Şuaybî Kelimede içkin ‘Kalbî Hikmet’ hakkında sözler
” ‘Kalbî Hikmet‘in Şuayb (a.s.)a ayrılmasında ki sebep budur ki, ‘Kalb‘, Adl isminin mazharıdır (zuhur yeri); ve bedenin itidâl sebebi ve nefsin adâletine sebep olandır; ve feyz kalbden meydana çıkıp sûret taraflarına yayılır ve organların tümüne eşit olarak dağılır; ve sûret kalb ile kalıcı olur; ve rûhânî ve nefsânî kuvvetlerin toplanma yeridir; ve zâhir ile bâtın arasında berzahtır (zor, sıkıntılı yer); ve şuab (şûbeler) ve neticeleri çoktur; ve Allah toplayıcı ismine benzerdir. Nitekim Hakîm Senâî hazretleri Zâdü’s-Sâlikîn‘de buyururlar. Beyt- tercüme: “Yakînen bil ki, câm-ı Cem (Cem’in sihirli kadehi) dedikleri senin kalbindir. Şâdî(neşe) ve gamın müstakarrı (karar edilen yeri) senin kalbindir. Eğer cihânı görmek dileğin varsa, tüm şeyleri o kalb içinde görmek mümkündür. Baş gözü unsûrî kalıbı görür, sır olan şeyi ancak kalb gözü görür. Evvelâ kalb gözünü aç, daha sonra bütün her şeyi temâşa et!”
Şuayb (a.s.) dahi, kesîrü’n-netâyic ve’l-evlâd ( neticeleri ve çocukları çok olan) idi; küllî (tümel) ve cüz’î (tikel) anlamların şâhidi olduğu halde kalbî makamda olup ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış ve ‘Allah‘ toplayıcı isminin mazharı olan bir kâmil insan idi. Ve onun üzerine kalbî sıfatlar gâlip olmakla Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu üzere Medyen ehline, anlam olarak: “Ey ahâlî! adl ile kileyi tamam ölçün ve teraziyi tamam tartın! Ve insanların hakkı olan eşyasını noksan vermeyin; ve yeryüzünde insanların hukukunu eksiklikle fesâd edenlerden olmayın!” derdi. İşte Şuayb (a.s.) ile ‘kalb‘ arasında sâbit olan anılan ilişkilere binâen Hz.Şeyh (r.a.) ‘kalbî hikmet‘i, Şuaybî Kelimeye ayırdı; ilâhî fetihler kâmilin kalbinde hâsıl olduğuna işâreten, bu hükmünü, Sâlihî kelimeye bitişik olan ‘fütûhî hikmet‘ akîbinde (bir diğerinin arkasından gelen olarak) zikretti.
Bilesin ki, kalb, yani ârif-i billâhın ( Allah’ı tanıyanın) kalbi, ilâhî rahmettendir; ve ondan daha geniştir. Zîrâ o, Hak Celle Celâluhû hazretlerini sığdırır. Hâlbuki Hakk’ın rahmeti, Hakk’a vâsi’ (kapsayan) değildir.
‘Kalb’den murâd, kâmil insânın kalbidir; zîrâ o kalb ona, sırf rahmet’den verilen ilâhî hediyelerdendir. Ve ‘rahmet’ ise ilâhî sıfatlardan bir sıfat olduğundan ilâhî isimler ve sıfatların tümünün geneli ona sığmaz; fakat kâmil insan, isimlerin tümünü toplayıcı olan ‘Allah’ isminin mazharı (zuhur yeri) olduğundan bu heyet-i mecmua (genel durum) ona sığar. Dolayısıyla Hak ancak Allah’ı tanıyıcı (ârif-i billah) olan kâmil insanın kalbine sığar; ve bazı esmâyı ârif olan (tanıyan) cüz’î kalblere ve ârif olmayanın, âsînin, câhilin ve şakî’nin (bahtsızın) kalblerine sığmaz. Nitekim kudsî hadîsde buyrulur: “Ben arzıma ve semâma sığmadım, fakat tâkî (muttakî) ve nâkî (temiz, pak) olan mü’min kulumun kalbine sığdım. Dolayısıyla kalb ancak kâmil insanın kalbidir. Ârif olmayanın kalbine kalb denilmesi mecâzendir, hakikaten değildir. Bir Beyt’in tercümesi: “Kalb dediğimiz şey rabbânî olan bir temâşâ mahallidir. Sen şeytanın evine niçin kalb diyorsun? O senin mecâzen kalb adını verdiğin şeyi git de mahalle köpeklerinin önüne at!”
Bu, işâret bâbından genel lisândır; zîrâ Hak, rahîmdir, merhûm değildir. Böyle olunca onun hakkında rahmet için hüküm yoktur. Özel Lisandan işârete gelince: Allah Teâlâ nefsini ‘nefes‘le niteledi, o da teneffüs etmektendir.
Yani Hakk’ın rahmetine sığmaması, umûm (genel) yaratıkların ve zâhir ulemânın lisânıdır; ve onların itikad ettikleri şeylere işarettir. Zîrâ onların katında Hak, mutlaka rahîmdir; hiçbir vech ile merhûm değildir. Dolayısıyla onlara göre, Hak hakkında rahmet vukü’u ihtimâli yoktur. Fakat havâssın ve muhakkıkînin özel olan lisânına gelince: Hak hem ‘rahîm’dir, hem de ‘merhûm’dur. Çünkü gayr yoktur; ve âlem denilen a’yân, Hakk’ın aynıdır. Böyle olunca Hak, ancak kendi nefsine rahmet eder; makam-ı cem’-i ahadiyette rahîmdir; tafsil ve kesret makamında ise merhûmdur. Zîrâ kevnî hakikatler sâbit hakikatlerin ve sâbit hakikatler de ilâhî isimlerin sûretleridir. İlâhî isimler ise, ahadiyet zâtında yokluk sıkıntısı içinde idi. Bu sıkıntıdan kurtulmak için, onlar zuhuru istediler. Ahadî zât dahi onları yokluk sırrından rahmânî nefesi ile zâhire çıkarttı. Nitekim Hak şerefli nebîsinin lisânıyla kendi nefsini, ‘nefes’ ile nitelemiş olur. Ve nefes tenfisten alınmadır. Ve ‘tenfis’in manâsı, bâtındaki sıcak havayı çıkarıp soğuk havayı içeriye almasıdır. Şu halde esmâyı yokluk sıkıntısından rahmânî nefes ile ihrâc, rahmettir. Bundan dolayı Hakk’ın rahmeti Hakk’a vâsi’ olur (vâsi’: içine alan). Belki zât için talep esmâ vechi iledir. Bu halde rahmet zâta şâmil olmaz (zâtı kuşatmaz). Hak zâtı yönüyle âlemlerden ve esmâdan ganîdir; velâkin rubûbiyet haysiyetiyle değildir. Ve rubûbiyet ise hakikatte ve ittisâfta (nitelenmede) âlemlerden ganî olan bu zâtın hakikatinden gayri değildir. Şu halde Rab nisbet itibariyle zâtın aynıdır; ve zât rubûbiyet sıfatı ile zâhir (görünür) olur. (…)”
No Comments