din Posts

Taberî’nin evren tasavvurunun felsefe geleneğince yorumu

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in geçen ayın CİNS dergisinde çıkan “Dinî Kozmolojinin İnşası” başlıklı yazısı şöyle sona eriyordu: “İslam düşünce tarihinde burada özetlenen resim, iki farklı gelenek tarafından yorumlanarak burada görülen naiften eser kalmayacak şekilde güçlü bir öğretiye dönüşecektir.”

Yazar , derginin bu ayki sayısında çıkan “Dinî Kozmolojinin Felsefî Yorumu” başlıklı yazısına başlarken “Bu yazıda söz konusu evren tasavvurunun felsefe geleneğince nasıl yorumlandığı meselesini ele alacağız.” diyor. Benim yazım bu yazıdan yer yer yapacağım alıntılamalardan ibâret olacak.

” Taberî’nin tarihinde sistemli ifadesini bulan kozmoloji, çok geçmeden İslâm filozofları tarafından Helenistik dönemden intikal eden felsefi kozmolojiyle ilişkilendirilmiştir. Özellikle Fârâbî sonrasında yaşayan filozoflarda dinî kozmolojinin temel unsurlarının sudurcu kozmolojiyle yorumlanmaya başlandığı görülür. (…) Fârâbî (sudurun İslâm düşünce geleneğindeki bânîsi), dinî metinlerdeki anlatıların, mevcutların dakikleştirilmiş idrâkine tekabül eden sudur kozmolojisinin sembolik ifadeleri olduğunu iddia etmiştir. (…) Öte yandan dinî düşünce geleneğine mensup düşünürlerden bir grup da sudur ve dinî nasları uzlaştırma çabasına girmiştir. Bu bağlamda ilk uzlaştırma teşebbüsünde bulunan İsmailî kelamcıların yorumları daha ziyade imamlar hiyerarşisi ile akıllar hiyerarşisinin bağdaşık hale getirilmesine yoğunlaştığı söylenebilir.

Felsefe geleneğinde dinî kozmolojiyi felsefî kozmolojiyle ilk ciddi uzlaştırma çabaları Horasan ve Mâverâünnehir’in meşhur filozofu Ebü’l-Hasen Muhammed b. Yûsuf el-Âmirî’nin (ö.381/992) yorumlarıdır. Âmirî hem Kur’ân’da yaratmayı ifade eden kelimeler dağarcığı ile sudur sürecindeki oluş türlerini ilişkilendirmiş hem de küllî akıl ve küllî nefs, felek ile kalem, emr ve levh-i mahfuz arasında ilişki kurmuştur. Kur’ân’da yaratmayı ve Allah’ın âleme müdahalesini anlatmak için bir dizi kelime kullanılır: ibdâ’, halk, teshir ve sun’. Âmirî sudur teorisine yoktan yaratmayı dahil eden filozoflardan biridir. (…) O, bu lafızlardan her birinin sudur hiyerarşisinin bir mertebesini ifade ettiğini düşünür. O’na göre ibdâ’, Tanrı’nın kendine özgü fiili olarak ‘yoktan yaratmayı’ (yok iken yaratmayı değil) ifade eder. Dolayısıyla sudurcu kozmolojide Tanrı’nın var ettiği ilk mevcut olan küllî akıl ibdâ’ yoluyla yaratılmıştır. Ayrıca o, insan ruhlarının da diğer mevcutlardan farklı bir ayrıcalığa sahip olduğunu ve ibdâ’ yoluyla yaratıldığını düşünür. (…) Yine o ‘halk’ kelimesinin küllî nefsin yaratılmasını ifade ettiğini düşünür. (…) Filozoflar, yerküredeki cisimlere, birbirine dönüşebildiği için müvelledat adını vermiştir. (…)

“Âdem’i önceleyen evren tarihi yedi bin yıldır.”

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in “Dinî Kozmolojinin İnşası” başlıklı yazısı (CİNS, aylık dergi, Mart 2021, S.66) aynı derginin geçen ayki sayısında çıkan “Tarihçilerin Başlangıç Hikâyesi” başlıklı yazısının devamı sayılır. O yazı şu cümlelerle bitiyordu: “(…) Dolayısıyla Taberî’nin âlem tasavvurunda yaratılış, dünyayı ve gökleri önceleyen bir evreye daha sahiptir ve onun asıl âlem tasavvuru da bu ‘evre’nin açıklanmasıyla vuzuha kavuşmaktadır. Üçüncü sırada zikredilen bu kısım aynı zamanda Taberî’nin özellikle sonraki sûfilerde ayrıntılı bir varlık tasavvuruna dönüştürülecek kozmolojiyi inşa ettiği kısımdır. Sonraki yazıda ise bu kısmın ayrıntısına geçebiliriz.”

Bu yazının başında ise şöyle diyor: “Geçen yazıda Taberî’nin genel olarak yaratılış sürecine ve evrenin tarihine ilişkin anlatısını özetlemiştik. Bu yazıda yaratılışın sıralamasına dair anlatısını özetleyerek onun âlem tasavvurunu ortaya koyacağız.” (…) “Burada yalnızca onun tercih ettiği görüşlerin oluşturduğu bütünlük sunulacaktır.” diyor yazar. Yazarın Taberî’den naklettiği bilgilerden yer yer alıntılamalarım bu yazıyı oluşturacak.

Taberî’ye göre Allah ilk olarak ‘kalemi’ yaratmış, sonra ona yazmasını emretmiştir. Kalem ‘Ey Rabbim! Ne yazayım?’ diye sormuş, Allah da ‘kaderi yaz.’ demiştir. Kalem de o vakitten ebediyete kadar olup bitecek şeyleri yazmıştır.

(…) Taberî en sahih rivayetin, kalemin yaratılanların ilki olduğunu söyleyen rivayetler olduğunu düşünür. (…) Diğer deyişle kalemden sonra yaratılan sudur. (…)

Rivayete göre bir topluluk Allah resulü’ne(sav) gelerek ‘bize ver!’ dediler. Öyle ki Allah Resulünü usandırıncaya kadar bu sözleri tekrarladılar. Onlar çıktıktan sonra huzura diğer bir topluluk girdi. Onlar da ‘Biz Allah Resulü’ne selâm vermek, dini iyice öğrenmek ve yaratılışın ne vakit başlamış olduğunu sormak üzere geldik’ dediler. Hz. Peygamber ‘Sizden önce yanıma girenlerin kabul etmedikleri müjdeyi siz kabul ediniz’ buyurdu. Onlar da ‘kabul ediyoruz’ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Hiçbir varlık mevcut olmadan önce yüce ve kudretli Allah vardı, arşı suyun üzerinde bulunuyordu. Mevcutlardan hiçbir şeyi yaratmadan önce onların mukadderatını Zikrde (Levh-i mahfuz) yazdı. Bundan sonra yedi göğü yarattı…’ (…) ilk olarak kalem, ardından su, ardından arşın yaratıldığı anlaşılmaktadır. Bir âyette geçen ifade arştan sonrasını tamamlamaktadır: ‘Allah altı günde gökleri ve yeri yarattı, o zaman Tanrı’nın arşı su üzerinde bulunuyordu.’ Taberî’ye göre âyetin manası şudur: Allah diğer mahlûkları yaratmadan önce üzerinde arş bulunan sudan başka hiçbir şey mevcut değildi, yüce Allah da arşın üzerinde idi. (…)

Fütûhât-ı Mekkiyye’den bir bölüm : Rağbet

 

Muhyiddin İbn Arabî’nin (1165- 1240) en ünlü iki eserinden biri olan Fütûhât-ı Mekkiyye’nin Ekrem Demirli tarafından yapılmış ve Litera Yayıncılıktan 2008’de çıkmış Türkçe çevirisinin 9. cildinin İki Yüz Otuz Üçüncü Bölümünü oluşturan Rağbet bahsinden bazı alıntılar sunacağım.

“Sûfilerin terimlerinde rağbet, üç tarzda kullanılır: Birincisi, mahalli nefs, konusu ise sevap olan rağbettir. İkincisinin ise mahalli kalp, konusu hakikattir. Üçüncüsü, mahalli sır, konusu hak olan kısımdır.

Nefs kaynaklı rağbet sadece sıradan insanlarda bulunabilir. Allah ehlinden kamillerde ise, insanın Allah’ın kendisini üzerinde yarattığı doğal, ruhanî ve ilahî bir takım durumların toplamı olması yönünden bulunabilir. (…) Dolayısıyla rağbetin şeklinde kamil ve sıradan insan ortak iken her biri, kendisini rağbete iten sebeple diğerinden ayrılır. Söz gelişi kıyamet günündeki büyük korkuda en üstün insanlar olan peygamberler ile günahkâr ve asilerden oluşan sıradan insanlar ortaktır. Fakat peygamberler kendileri adına değil, ümmetleri adına korkarlar. Bunlar korkuda ortaktır, korkuyu gerektiren sebepte birbirinden ayrılırlar. (…) Örnek olarak, yaşadıkları hadisede, Selman Farisi ile Allah yolunda kardeşi Ebu’d-Derda’yı verebiliriz. Hz. Peygamber ise Selman’ı doğru bulmuştu, çünkü o her bir hakikate hakkını vermekteydi. (…) Ebu’d-Derda ise, seçilmiş biri olsa dahi, kendisine karşı zalim idi. Oruç tutuyor, bozmuyordu; namaza kalkıyor, uyumuyordu.

“Kavrayışı kendimize ait kılmanın yolu”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde “Pergelin Yazmaz Sivri Ucu” üst-başlığı altında çıkan “Hafızaya Güvenmek Veya Sadece Güvenmek” başlıklı, 26 Rebiül ahir 1442 (11 Aralık 2020) tarihli yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

(…) Biz Müslümanlar Müslimler bir tarafta gayri-Müslimler karşı tarafta bulunmak üzere dünyayı ikiye bölmüş haliyle kavrarız. Kavrayışı bu yoldan kendimize ait kılarız. Eğer gerçekten Müslüman kimliğine sahip isek bizimkinden daha farklı bir akıl düzeni iddiasını ileri sürmek hem akıldan, hem düzenden mahrum kalışın bir belirtisidir. (…)

(…) Bardağın boş mu, dolu mu olduğu hakkında fikir beyan etmek beşerin dünyaya boşuna gelip gelmediğini işaret etmenin yani ahlak vecibelerini ciddiye alıp almamanın sonucudur. (…)

(…) Türkler eğer millî varlıklarını ciddiyetle hesaba katmış olsalardı Hıristiyan XIII. asrında temine muvaffak oldukları güveni tazeleyebilirlerdi.

Dünya hayatında hakikat arayışının bir tür tezahürü veya yansıması: bunalım

 

Bazılarımız okuma ihtiyacı duyarız ve okumaya değer yazı ararız. Aradığımız yazı(lar), bulduk mu, sıkıntımıza, bunalımımıza bir ölçüde de olsa karşılık olur. Demek ki insanın sıkılmasına, bunalmasına bir çare de, aradığı yazılar. Öylesi yazıları kaleme alanlar da en azından sıkılma, bunalma nedir bilenlerden o halde. Yani kimi yazı kaleme alanlar, kimi kitap telif edenler ve bunları okuyanlar sıkıntıyı, bunalımı yaşamlarında tanıyanlardır.