filozof Posts

“Evrim Teorisinin Sorunları (II)”

 

Ömer Türker‘in CİNS adlı aylık dergide (Temmuz 2020/sayı:58) başlayan yazı dizisinin ilkini (Evrim Teorisinin Sorunları (I)), başlığını bu yazının başlığı olarak alıntıladığım ve aynı derginin bu ayki sayısında (Ağustos 2020/sayı:59) yayınlanan yazı izliyor.

Bu yazının bir bölümünü alıntılamakla yazı hakkında fikir ve bilgi sahibi olunacağını ve dileyenlerin yazıyı tümüyle okumaya yönelebileceklerini düşünüyorum.

“(…) Geldiğimiz noktada temel sorun şudur: 19. yüzyılın bilimsellik ideallerine sadık bir teori olan evrimin negatif kabulleri ile klasik dünyanın metafizik geleneklerinin pozitif kabulleri çelişmektedir. Negatif kabullerden kastım, evrimin bilimsel açıklamanın parçası olarak kabul etmediği hatta tam tersini düşünmemiz gerektiğini söylediği varsayımlardır: Hâricî bir fâilin etkisi ve oluşum süreçlerinin bir gayeyi hedeflemesi.Pozitif kabuller ise bunları olumlayan ve yukarıda tasvir edilen kabullerdir. Şimdi yukarıdaki soruyu tekrar sorabiliriz: Negatif varsayımlar, evrimsel açıklamanın organik bir parçası mıdır? Yoksa evrim, metafizik ilkelerle ilişkisi bakımından nötr hâle getirilebilir bir teori midir? Şayet negatif kabulleri, evrim teorisinin açıklama gücü ve faaliyetinin bir parçası olmaktan çıkarmak mümkünse tartışma, doğal süreçlerin açıklanmasından bağımsızlaştırılarak tamamen metafizik zemine çekilebilir. Bunun için evrimci bir açıklamayı ele alıp çelişik görünen yaklaşımları aynı olguya tatbik edeceğim. Bu, sadece evrimci açıklamanın negatif kabullerinin vazgeçilmezliğini göstermekle kalmayacak hem filozof, kelamcı ve sûfîlerin tam olarak ne demek istediğini açıklığa kavuşturacak hem de İslam düşünce geleneklerinin bize sunduğu imkânları ifşa edecek.

Varsayalım ki Büyük Okyanus’taki bir adada aynı türden bir memeli sürüsü yaşasın. Bunlar bir kurt türü olsun. Sonra büyük bir deprem olsun. Depremin etkisiyle ada ikiye bölünsün. Kurtların bir kısmı bir parçada, diğer kısmı ise ötekinde kalsın. İki ada arasındaki uzaklık kurtların intikâl edemeyeceği dereceye ulaşsın. Aradan geçen uzun asırlar sonrasında adalardan birindeki kurtlar çevre şartları nedeniyle değişim geçirerek öteki adadaki kurtlarla türsel birliğini kaybetsin. Mesela birkaç büyük salgından sonra hayatta kalmayı başaranların genlerindeki bozulmalar süreç içinde gen aralıklarının farklılaşması noktasına varsın, çiftleştikleri takdirde üreme kabiliyetlerini yitirsinler.

Evrim teorisi, böylesi bir türleşme sürecini açıklarken bizatihi doğal unsurları fâil hâline getirir. Buna göre salgınlar, büyük felaketler, mekansal uzaklık gibi çevre şartları, uzun zaman sürecinde türleşmeye neden olur. Bizzat çevre şartları dışında herhangi bir etkenin müdahalesini kabul etmez. Çevre şartlarının nasıl gerçekleştiği diğer bilimler tarafından açıklanır. Çağdaş bilimler birbirleriyle uyumlu şekilde hareket ederek tamamı fizik dünyanın içinde kalarak açıklama yapar. Bu durum açıklamayı yapan bilim adamlarının Tanrı’ya veya bir dine inanıp inanmamasıyla ilgili de değildir. Newton, Einstein gibi pek çok bilim adamı Tanrı’ya inanıyordu ve yaptıkları işi nihai tahlilde tanrısal fiillerin düzenliliğini keşfetmek olarak görüyordu.Fakat Batı’daki bilim devriminden sonra gelişen bilimler, bilimlerdeki metafizik varsayımların bilimsel açıklamaya herhangi bir katkısı olmadığı kanaatı üzerine inşa edilmiştir. Evrim teorisi aslında bu kanaatin en radikal sonuçlarının görüldüğü teorilerden biridir. (…) Dolayısıyla bu süreç, felsefî olarak ifade edildiğinde, bilincin bizatihi kendisinin varlığını idame ettirme çabasından ibarettir. (…) Böyle bakıldığında evrim teorisi, canlılar özelinde yapılmış tersinden bir panteist açıklamaya benzer. (…) Bu nedenle metafizik anlamda fâil ve gayeden yoksunluk, negatif bir ilke olarak evrimsel açıklamanın zorunlu ve vazgeçilmez bir parçası gibi görünür. (…) Fakat evrimci açıklamanın negatif ilkelerinin en vazgeçilmez göründüğü nokta aslında en dayanıksız noktadır. Bir sonraki yazıda da bu negatif varsayımların dayanıklılığını ölçmek için onları yok varsayarak evrimci açıklamanın hâlâ geçerliliğini koruyup korumadığına bakacağız.”

“Tasavvuf Geleneğinin Varlık Düşüncesi”

 

“İslâm Düşüncesi ve Çağdaş Sorunlar” çerçevesinde CİNS adlı aylık kültür-sanat-edebiyat içerikli dergide yazıları çıkan Prof. Dr. Ömer Türker‘in bu ayki yazısının başlığını bu yazıya da başlık olarak alıntıladım. Zâten bu yazı da o geniş yazının bazı yerlerinden yapılan alıntılamalardan oluşacak.

Sûfîlerin nazarî tefekkürleri, esas itibariyle Allah ve insan ilişkisi üzerine yoğunlaşır. Bu bağlamda onların varlık tefekkürü de bir yönüyle marifetullahı (Allah’ı bilmeyi), diğer yönüyle merifetünnefsi (insanı bilmeyi) hedefler. Kelâm geleneğinde Allah-insan ilişkisi, insanın âlemin bir parçası olduğu kabulünden hareketle kuruluyordu. Bu sebeple kelâmcılar kadîm-hâdis karşıtlığını tefekkürün merkezine yerleştirmişler ve Allah’a ilişkin olumlu bilgiyi mümkün kılan benzerliği, söz konusu karşıtlığın bir altkümesi olarak değerlendirmişlerdir. Diğer deyişle, kelâmcılar ‘tenzih’i merkeze almışlar, ‘teşbih’i tenzihin bir altkümesi olarak değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla kelâm geleneğinde benzerlik, farklılıktan türetilmiştir. Sûfîler ise özellikle Gazzâlî öncesi dönemde ehlisünnet kelâmının temel kabulleriyle uyumlu olmaya özen gösterseler de Allah-insan ilişkisinde benzerliği merkeze alıp farklılığı benzerlikten türetmişlerdir. (…) Pekâlâ, sûfîlerin temel kavramı nedir?

Birûnî(ö.453/1061), tasavvuf kelimesinin kökenine ilişkin bir tartışmasında bu kelimenin Yunancada hikmet anlamına gelen ‘sofia’ kelimesinden geldiğini, zira İslam ümmetinin varlık hakkında konuşan filozoflarının, sûfiler olduğunu söyler. (…) Değerlendirmenin önemli yanı, sûfîlerin tefekkürünün merkezî kavramına işaret ediyor olmasıdır. (…)
Bu bakımdan mutasavvıfların eserlerinde insanın hâllerine ilişkin tahlillerin aynı zamanda Allah’ın sıfatlarına ve Allah-âlem ilişkisine dair tahliller olduğu görülür. Onlar için temel sorun, hangi insânî durumun Allah hakkında ne türden bir bilgiyi doğuracağıdır.

(…) Allah hakkındaki bilgi, genel olarak insanın değil, ‘kulluk’ yapan insanın kendisi hakkındaki idrakinden türetilir. Haşyet, teslimiyet, sadâkat, üns, heybet, rıza gibi insanî durumlar, Allah’ın kendi mahremini kula açmasının anahtarı hâline getirilmiştir. (…) Kul âcizliğini idrak ettiğinde Allah’ın kudretini;fakirliğini veya muhtaçlığını idrak ettiğinde Allah’ın müstağniliğini kavrar. (…) Sûfîler Hakk’a ilişkin marifete ulaştıran bütün hâller ile lütfedilen marifetin ortaya çıkardığı hâlleri dakik bir şekilde ayrıştırmıştır. (…) Bu bağlamda kulluk, insan hayatının türlü cihetlerinde muhtaçlığın muhtelif tezahürlerini yaşamak ve idrak etmek anlamına gelir.

İsmet Özel’in yeni bir yazısından…

 

İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde okuduğum şair ve yazar İsmet Özel’in “MENSUBİYET: KİMLERDENSİNİZ? (I)” başlıklı yazısının beş yerinden birer cümle alıntılayarak, iyi bir yazı okumamı, benzer ihtiyaç duyanlarla paylaşmak istedim.