hakikat Posts

“Kıymeti itikatta bulurlardı; bir başka şeyde değil.”

 

İsmet Özel‘in “Türk Olmakta Niçin Israr Ediyoruz?” başlıklı, İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer alan “Pergelin Yazmaz Sivri Ucu” üst-başlığı altındaki 10 Cemâziyelevvel 1442 (25 Aralık 2020) tarihli yazısından yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Daha doğrusu Türk olmayanlar bize, biz Türklere vatanımız dışında bir yeri işaret ederek ‘Siz aslen oralısınız!’ deme ısrarından bir türlü vazgeçmiyor? (…) Davası varmış gibi yapanların nesine güveneceğimize akıl erdiremiyoruz. (…) Biz Türklerin ne dostunu bıraktı kapitalizm, ne de sahici düşmanlarını. (…)
(…) Tarih soruların cevabını sarıp sarmalamış. Mekteplerde uygulamasını gördüğümüz tarih Türklerin uydurma kökenlerini ne derecede süsleyip püslemiş olursa olsun biz Allah’ın askerleri olarak kendi hikâyemize Haçlı Seferleriyle başlama mecburiyeti altındayız. Müslümandık ve tarih sahnesine henüz ismi verilmemiş bir millet olarak çıktık. Türkçe yazmayan kendine mahsus bir Farsça ile yazan Rûmî niçin ‘Doğduğum yerlerde kalmış olsaydım belki ilim sahasında eser verirdim; ama bu topraklar beni şair kıldı’ demek ihtiyacını duymuştur? (…) Derme çatma Türkiye’de yaşamadığımızı, yaşadığımız yerin adının Türkeli olduğunda anlaşmak mecburiyeti bizi bekliyor. (…)

(…) İslâm’ı ciddiye alanlar cepleri şişkin insanlar değil, devlet yapısında imtiyazlar elde etmiş olanlar hiç değil. Geriye benim bu yazımı okuma zahmetine uğramışlar kalıyor. Onlar da değil. Zengin ve makam sahibi olmadıkları halde Türklerin ölüm sonrası hayatlarını gündelik meşguliyetleri içine sığdıran Türkleri kaybetmek istemeyenler türlü işler çeviriyor ve biz İslâm’ın ciddiye alındığı topraklarda yaşamanın tesellisiyle avunuyoruz. (…)
Bu yazının baş kısmında bilek güreşinden söz ettim ve bunu vuku bulması imkânsız bir olay olarak andım. Ortalıkta bileğine güvenen kimse kalmadığına göre iki kefeli bir terazi geliyor aklıma. Türk toprakları yerküre üzerinde Cumhuriyet idarecileri elinden bir parlak geleceğe doğru yön tutmuş halde midir, yoksa en az 400 yıldır yaşadığımız adamdan sayılma dilenciliğine rıza göstererek ömrünü uzatmağa mı çalışacaktır? (…) Devlet sosyalist olmayan bir solu öne çıkardı. Bundan iki fayda umuyordu: Birincisi Moskof düşmanlarından aferin almak, ikincisi Türk milletinin düşünme kapasitesini saptırmak ve böylece yok etmek. Türklerin topraklarında en rahat hareket eden insanlar gerçekte ne selâm vermeğe değer, ne de verdiği selâmı almağa.

Fütûhât-ı Mekkiyye’den bir bölüm : Rağbet

 

Muhyiddin İbn Arabî’nin (1165- 1240) en ünlü iki eserinden biri olan Fütûhât-ı Mekkiyye’nin Ekrem Demirli tarafından yapılmış ve Litera Yayıncılıktan 2008’de çıkmış Türkçe çevirisinin 9. cildinin İki Yüz Otuz Üçüncü Bölümünü oluşturan Rağbet bahsinden bazı alıntılar sunacağım.

“Sûfilerin terimlerinde rağbet, üç tarzda kullanılır: Birincisi, mahalli nefs, konusu ise sevap olan rağbettir. İkincisinin ise mahalli kalp, konusu hakikattir. Üçüncüsü, mahalli sır, konusu hak olan kısımdır.

Nefs kaynaklı rağbet sadece sıradan insanlarda bulunabilir. Allah ehlinden kamillerde ise, insanın Allah’ın kendisini üzerinde yarattığı doğal, ruhanî ve ilahî bir takım durumların toplamı olması yönünden bulunabilir. (…) Dolayısıyla rağbetin şeklinde kamil ve sıradan insan ortak iken her biri, kendisini rağbete iten sebeple diğerinden ayrılır. Söz gelişi kıyamet günündeki büyük korkuda en üstün insanlar olan peygamberler ile günahkâr ve asilerden oluşan sıradan insanlar ortaktır. Fakat peygamberler kendileri adına değil, ümmetleri adına korkarlar. Bunlar korkuda ortaktır, korkuyu gerektiren sebepte birbirinden ayrılırlar. (…) Örnek olarak, yaşadıkları hadisede, Selman Farisi ile Allah yolunda kardeşi Ebu’d-Derda’yı verebiliriz. Hz. Peygamber ise Selman’ı doğru bulmuştu, çünkü o her bir hakikate hakkını vermekteydi. (…) Ebu’d-Derda ise, seçilmiş biri olsa dahi, kendisine karşı zalim idi. Oruç tutuyor, bozmuyordu; namaza kalkıyor, uyumuyordu.

“Âlem : Mutlak bilgi ve kudretin bir tafsili”

 

Ömer Türker‘in Evrim Teorisi ve onun sorunları konusundaki yazı dizisi CİNS adlı aylık derginin Aralık 2020 sayısında çıkan “Tasavvuf Geleneğinin Açıklaması” başlıklı yazısıyla devam ediyor. Bu yazının şu son iki cümlesinden anlaşılıyor ki, bu yazı söz konusu dizinin son yazısı değil gibi: “(…) Evrim teorisinin bu denli gürültü koparmasının ana nedenlerinden biri, insanın oluşum sürecine, tarihine ve anlamına ilişkin açıklamalardır. İşin bu kısmını vuzuha kavuşturmak için Âdem-Havva kıssasının İslam bilimleri tarihindeki tefsirlerine girmemiz ve insanlığın tarihi hakkındaki kanaatlerin dakik bir incelemesini yapmamız gerekmektedir.”

İslam düşüncesi ve felsefesi alanında seçkin bir akademisyen ve entelektüel olarak tanıdığım yazarın başlığını belirttiğim yazısından yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Yazarın daha ilk paragrafta vurguladığı husus, “mutasavvıfların asıl iddiasının varlık düşüncesi ve âlem tasavvurunda (ontoloji ve kozmoloji) olduğu gerçeğidir. Yazarın daha önce İslam düşünce geleneklerini anlattığı yazılarda özetlediğini belirttiği bu tasavvura göre bir buğday tohumunun filizlenme olayını tahlille başlıyor yazı.

Bir buğday tohumu, diğer bütün mevcutlar gibi Varlık’ın bir hâlidir. Büyük harfle yazılan mevcut, Tanrı’yı işaret eder. Varlık tektir ve o da Tanrı’dan ibarettir veya cümleyi tersinden kurarsak, Tanrı Varlık’tır. İster duyularla algılanabilsin ister duyu algılarına konu olmasın var olan her şeyin varlığı, Varlık’a nispetten ibarettir. Dolayısıyla bir buğday tanesi de Varlık’a nispetinin bulunması anlamında vardır ve bu anlamıyla Tanrı’nın veya Varlık’ın bir tezahüründen ibarettir. Var olan şeyler, zuhura geldiği veya taayyün ettiklerinde aslında Tanrı’nın isimlerinin birer görünümüdürler. Yani buğday tanesi, gerçekte Tanrı’nın bir ismidir. Buğday kelimesi de bu ismin ismidir. Aynı durum, buğday tanesini eken çiftçi, tanenin ekildiği toprak, onun yeşermesi için gerekli olan hava, su ve ısı için de geçerlidir. (…) İsimlerin alemde sonsuz tezahürü vardır ve bu tezahürlerin tek tek adlandırılması insan vüsatini aşar.(…)

“Tasavvuf Geleneğinin İnsan Tasavvuru”

 

CİNS adlı aylık derginin Aralık 2019 sayısında Ömer Türker‘in “Tasavvuf Geleneği:” üst başlıklı yazılarından biri, “Tasavvuf Geleneğinin İnsan Tasavvuru” başlığıyla çıktı. Bu yazının birkaç yerinden alıntılar sunacağım.

“İslâm düşünce tarihinde hakikat araştırması yapan ve hakikatin ne olduğu ve nasıl bilineceğine dair iddialı olan gruplardan biri de mutasavvıflardır. Dolayısıyla tasavvuf da kelâm ve felsefenin yanı sıra var oluşa ilişkin küllî araştırma yapan bir disiplin olarak temayüz eder. (…)

Bütün dînî düşünce geleneği Hz. Peygamber’de dile gelen ilâhî hakikatle nasıl irtibat kurulacağı ve bu hakikatin nasıl anlaşılıp bir yaşam formu hâline dönüştürüleceği sorularına cevap olarak ortaya çıkmıştır. (…) Fıkıh amelî hayatla, kelâm ise nazarî hayatla ilişkilidir. Diğer deyişle, kelâm düşüncenin inşâsını, fıkıh ise hayatın inşasını amaçlar. Her iki disiplin de istidlâl yöntemini kullanır; akıl yürütme formları ve yorum araçlarının görünüşteki farklılıkları, yöntemin kendisinden ziyade, yöntemin uygulandığı konulardan kaynaklanır.

“Bu herkesi içine çeken bir felaket…”

 

Gökhan Özcan‘ın yazılarının izleyicisiyim. Gazete yazılarından okuduklarımın iyice azaldığı bu dönemde günde en fazla okuduğum yazı sayısı üç. Okumaya değer yazı kıtlığı olduğunu düşündüğüm bir dönemde elbette çok az sayıda olan izlediğim yazarlar daha bir kıymetli. Onlardan biri olarak Gökhan Özcan’ın “Dikkat, çökebilir!” başlıklı yazısı (Yeni Şafak, 11 Nisan 2019) baştan sona etkileyici, düşündürücü bir olumsuz gidişâta ‘söz’ ve ‘konuşmak’ konusunda dikkat çekiyor. Bu yazıdan alıntılar sunacağım. Başlık da o yazının başlarından bir cümle.

“(…) Sözün frenlerinin boşaldığı keder verici zamanlardayız. (…) Sözlerle ateşini harladığımız devasa bir yangın… Ağzımızdan çıkacak herhangi bir sözü durdurursak dünya eksik kalır sanıyoruz.
Konuşarak anlamı çoğaltmıyoruz oysa, anlamsızlığı büyütüyoruz. (…) Esasen kimsenin kimseyi dinlediği de yok. (…) Merhameti olmayan, şefkati olmayan, muhabbeti olmayan, hatta daha kötüsü hakikati olmayan sözlerin gün geçtikçe vahşîleşen kör dövüşü… (…) Ve ne kadar acıklı ki, doğru neyse bulunsun diye sürdürüyoruz neredeyse bu sözel itiş kakışı.
(…)
Artık birbirimizin sözlerinden öğrenebileceğimiz bir şey kaldı mı? Birbirimizin insanlığında dokunabileceğimiz bir yer var mı? Artık zihnimizde, kalbimizde, içimizde başka insanlara gerçekten yer var mı? Hepimiz dünyayı kendimizle doldurmaya çalışıyoruz çünkü. (…) Metruk bir ev gibi, çok uzun sürecek bir yıkılışı, çöküşü, devrilişi günbegün yaşıyor insanlığımız. İnsan yapısının böyle olduğunu, insanın bir anda çökmediğini, gün gün bir çöküntüyü ömür diye yaşayabildiğini hatırımızda tutmuyoruz. (…) Günlük yaşıyor, her söylenene, her olan bitene, her ortaya getirilmiş meseleye laf yetiştirmeye çalışıyoruz.