“Tasavvuf Geleneğinin İnsan Tasavvuru”
CİNS adlı aylık derginin Aralık 2019 sayısında Ömer Türker‘in “Tasavvuf Geleneği:” üst başlıklı yazılarından biri, “Tasavvuf Geleneğinin İnsan Tasavvuru” başlığıyla çıktı. Bu yazının birkaç yerinden alıntılar sunacağım.
“İslâm düşünce tarihinde hakikat araştırması yapan ve hakikatin ne olduğu ve nasıl bilineceğine dair iddialı olan gruplardan biri de mutasavvıflardır. Dolayısıyla tasavvuf da kelâm ve felsefenin yanı sıra var oluşa ilişkin küllî araştırma yapan bir disiplin olarak temayüz eder. (…)
Bütün dînî düşünce geleneği Hz. Peygamber’de dile gelen ilâhî hakikatle nasıl irtibat kurulacağı ve bu hakikatin nasıl anlaşılıp bir yaşam formu hâline dönüştürüleceği sorularına cevap olarak ortaya çıkmıştır. (…) Fıkıh amelî hayatla, kelâm ise nazarî hayatla ilişkilidir. Diğer deyişle, kelâm düşüncenin inşâsını, fıkıh ise hayatın inşasını amaçlar. Her iki disiplin de istidlâl yöntemini kullanır; akıl yürütme formları ve yorum araçlarının görünüşteki farklılıkları, yöntemin kendisinden ziyade, yöntemin uygulandığı konulardan kaynaklanır.
Tasavvuf ise istidlâl yönteminin verilerinin yanlışlığını iddia etmemekle birlikte eksik olduğunu ve Hz. Peygamberde zuhur eden hakikate ulaştıran asıl yöntemin bir tür ‘inşa edici taklit’ olduğunu iddia eder. Bu yöntem, erken dönemde, dünyevî maksatları gönülden çıkarmak yahut dünyaya yönelişi hayatın kurucu ilkesi yapmamak anlamında zühd olarak adlandırılmıştır. İlerleyen yüzyıllarda ise riyazet ve mücâhede yöntemi olarak adlandırılacaktır. (…) Böylece mutasavvıflar, kelâmcı ve fakihlerin ulaştığı idraki içererek aşan bir marifete ulaşılabileceği kanaatine varmıştır.
Bu iddianın genel olarak İslâm ümmetinin ortak kabulüyle kesişen bir tarafı vardır. (…) Sûfîlerin iddiasının farklı tarafı, mü’minde pratikler sayesinde Allah’a, insana ve Allah-âlem ilişkisine dair marifet oluşacağı kabulüdür. (…) Tahmin edileceği üzere bu iddianın sonucu, tasavvufun kelam ve fıkıhtan farklı bir bilim olduğudur. (…) Temel soruları, Hz. Peygamber’de görülen kulluk ve marifeti tevarüs etmeye kabiliyetli bir insan tasavvurunun nasıl olacağıdır.(…) Şimdi sûfîlerin tasavvuf tarihi boyunca kabul gören insan tasavvurunu dört maddede özetleyebiliriz. (burada sadece ilkeler olarak:) 1.İnsan ruh ve bedenden oluşur.Latife-i insâniyye adı verilen ruh, insanın metafizik alana ilişkin idraklerinin temelini oluşturur. Beden ise ruhun kabiliyetlerini işlevsel hale getiren hareketlerin mahallidir. (…) 2.İnsanın ruhanî kabiliyetlerini işlevselleştirmesinin yolu, Hz. Peygamber’in dindarlığını tevarüs ederek farz ve nafileleri tam bir teslimiyetle ifa etmesidir. (…) 3. Feyze mazhariyet, ayrıntıda oldukça çeşitlilik barındırmakla birlikte, ilham yoluyla gerçekleşir. (…) 4. Hz. Peygamber’e hakkıyla ittiba, ona bahşedilen bilgiye varis olmayı sağladığı gibi onda görülen hâllere mazhar olmayı da sağlar. (…) Böylece sûfîler, hakikati bilmeye ve bu bilgiyi bir yaşam formuna dönüştürmeye kabiliyetli, bu kabiliyeti de Hz. Peygamber’e ittiba ederek meleke hâline getirebilen bir insan tasavvuruna ulaşmıştır. (…)”
No Comments