Tasavvuf ve Tarîkatlar’ın doğuşu ve gelişimine dair…
Bu konuda M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Merhûm Öğretim Üyesi Dr. Selçuk Eraydın‘ın “Tasavvuf Ve Tarikatlar” kitabından (Aralık 2012-10. Baskı- İSTANBUL) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“İslâm’ın hedefi, bir çeşit âdem milleti vücûda getirmektir. İslâm’a göre asıl hedef din olmalıdır; bu hedefin kıblesi sûrî (görünür) olarak Ka’bedir. Bütün müslümanların ibâdet esnâsında kıbleye yönelmeleri, kendilerinin tek kıbleli ve tek hedefli bir dînin mensûbu olduklarını ifâde etmektedir. O halde müslüman kardeşliği bu noktada her şeyin üstünde tutulmalıdır.
Bu asıl hedefi takviye eden yan hedefler, dinin kendisi değil, ona ilişkin yapılan yorumlardır. Yan hedefleri, esas hedefin yerine ikâme etmek, teoride tek kıbleli olan dinimizi, pratik hayatımızda çok kıbleli bir duruma getirmek olur. İşte hissî ihtilâflar ve bunun neticesi olan düşmanlıklar, böyle bir taassubun sonucu olarak ortaya çıkmış oluyor.
Asıl hedeften taviz verilmediği takdirde, yan hedeflerdeki ihtilaflar rahmete vesile olurlar.
Bir hadîs-i şerîfde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz çocuk üzerinde âilenin son derece etkili olduğunu şu tarzda beyan etmişlerdir: “Her doğan çocuk, islâm fıtratı üzere doğar; sonra ebeveyni onu hıristiyan, yahûdî veya mecûsî yapar.”
Bir milletin rûhî eğilimleri en ince ve en derin noktasına kadar, o milletin dînî geleneklerinde tecellî eder. Rûhuna nüfûz edebilmek istenilen bir kavmin târihinden ziyâde, dînini araştırmak lâzımdır.
Tasavvufun da, diğer İslâmî ilimler gibi ihtiyâca dayalı zuhûr ettiği ifâde edilir. Yâni Peygamber (s.a.v.) efendimiz zamânında hâl olarak bizzat mevcut olan bu mesleğin, hicrî II. asır ortalarında ortaya çıktığını ve bu isim ile kendini gösterdiğini söyleyebiliriz.
Birinci devre tasavvufu Cüneyd-i Bağdâdî’ye kadardır. Bu devirde tasavvuf muntazam bir usûle ve geniş bir ıstılâha (terminolojiye) mâlik bir şekle girmiştir. İlk tezâhürleri zühd ve takvâ şekliyle başlayan tasavvufun, sonraları çok geniş bir ıstılâha sâhip olarak geliştiği görülür. İslâm fetihlerinin devâmı, yeni Müslüman olanların her geçen gün fazlalaşması, ifrat ve tefritleri de berâberinde getirmiştir. İslâm ulemâsı mantık ve kelâma önem vererek, bu iki ilmî, diğer ilimlere mîzan yapmağa meyledince bazı ihtilâfların meydana gelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Cüneyd Bağdâdî zamanında bu ihtilâf asgarî hadde inmiş, hattâ her iki fikir birbirine son derece yaklaşmıştır.
Ahlâkî bir düstur olan korku ve mükâfât, aşk, muhabbet ve vahdet fikriyle meczedilmediği takdirde, sosyal hayatta bir dengesizliğin meydana gelmesine sebep olabilir.
Tasavvuf bedîî (güzel) fikirleri gâye bildiğinden, Müslümanlar arasında güzel sanatların yayılmasına sebep olmuştur. Fakat şer’î mîyârın (ölçütün) zayıflaması neticesinde bu gelişmelerin zevk ve âlâyişe, sefâhat ve lâkaydiye zemin hazırladığı da olmuştur.
Tasavvuf insanın rûhî kemâle ermesini temin eden bir vâsıta olarak düşünülmelidir. Bu kemâlin gerçekleşmesine medâr olan fikir, şekil, tarz, hareket, disiplin v.s. de önemlidir.
Allah Teâlâ her varlığı bir sebebe mebnî olarak yaratmıştır. Kâinâtta bütün mevcûdât yaratılış gâyeleri istikâmetinde seyretmektedir.
İnsan için âlemde unutulmaması zorunlu olan bir şey vardır ki, o da semâvât, arz ve dağlara teklif edilen emâneti, insanın yüklenmiş olmasıdır. (Ahzâb, 33/72)
İnsan âlemin zübdesi (özü) ve kâinâtın gözbebeğidir. Bu özelliğiyle temâyüz etmesi gereken insanın, yaratılış gayesine uymayan hareketleri, mücevherlerle süslü bir bıçakla tahta yontmaya benzer.
İnsanda bulunan arzu hissi de fıtrîdir. Arzu; aşk, fedâkârlık gibi soyut bir kavramdır; tezâhürleriyle ortaya çıkar. Kâmil insanlarda bu arzu müsbet ve görünürdür; nâkıslarda ise gizlidir. Bu sebepten nâkıs kimseler bu fıtrî eğilimlerini tatmin için meylettikleri şeylerden dolayı tatmin olamazlar. Emeller arttıkça elemler de artar. Mâsivâ (Allah’dan başka bütün varlıklar) tuzaklarına yakalanan insan, Allah Teâlâ’dan uzaklaşmış olur. Hakk’a yakın olmak isteyen kimse, fânî (gelip geçici) lezzetlerden uzaklaşarak, bâkî olana yönelmelidir.
Tasavvufun diğer İslâmî ilimlerden farklı özelliklerini belirtirken, bu özelliklerin İslâm rûhuna uygun ve diğer ilimlerle bir bütünlük teşkil etmesi noktasını da unutmamalıyız; aksi takdirde ifrat veya tefrît neticesi ‘Ehl-i Sünnet‘ geleneğinden ayrılma özellikleri ortaya çıkar ki bu, tasavvuf adına birtakım yanlış anlama ve değerlendirmelere sebep olabilir.”
No Comments