“Tasavvuf”un şer’î ilimlerle ilişkisine dâir İlhan Kutluer’in ortaya koyduğu bilgi ve düşünceden notlar
Baştan İlhan Kutluer‘in “Yitirilmiş Hikmeti Ararken” adlı eserinin (İz Yayıncılık, 4. Baskı; İstanbul, 2017) ilgili bölümünden olabildiğince kısa-öz alıntılama yapmakla bu konuda bilgi ve düşünce sunmayı amaçladığımı belirteyim. (Parantez açarak kelime ve/veya terim karşılıkları belirtme bana ait.)
“(…) Tasavvufun tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi klasik ilimlerle ilişkilendirilmesinden doğan metodolojik problemlerin, bir problem olarak açığa çıkarılması her şeyden önce bir takım geleneksel tartışma konularının hatırlanmasından geçmektedir.
(…) Yer yer ve zaman zaman ünlü mutasavvıflarca Kur’an âyetlerine getirilen esoterik(batınî /gizli) yorumların, kendisini tefsir ilmiyle derinlemesine meşgul addeden bütün bilginlerce benimsenmediği ve hattâ bazılarınca yadırgatıcı bulunup, hiçbir tefsir usûlü kaidesine bağlı kalmaksızın metnin bağlamından keyfî biçimde çıkma olarak değerlendirildiği bilinmektedir. Aynı şeyi günümüzün bazı tefsir araştırmacıları için de söylemek mümkündür. Demek ki Kur’an âyetlerinin tasavvufî bir yaklaşımla anlaşılması ve yorumlanması konusunda tefsirciler bakımından belirli bir iletişimsizlik probleminin yaşandığı söylenebilir. (…) Şu halde tasavvufî hermeneutiği (tefsir ilmini) yeniden keşfe çıkmak metodolojik bir zorunluluktur.”(a.g.e., s.135)
“Tasavvuf ile hadis ilmi ilişkilerine bir göz attığımızda ise ilk fark ettiğimiz şey, tasavvufî doktrinlere mesnet teşkil eden hadislerin sıhhatiyle ilgili tartışmalardır. Tasavvufun klasikleriyle ilgili herhangi bir tahkikli neşirde hadisleri tahric ederken sık sık Aclûnî’nin Keşfu’l-hafâ’sına müracaat etme zorunluluğu nebevî menşeden geldiğini belirten bir geleneğin, hadis usûlünün öngördüğü referans sistemiyle ilgili bir problemi olduğunu hatıra getirmektedir. Eğer bu bir problem olarak görülmeyecekse tasavvuf geleneğini araştıranların, hadis-i şerifler konusunda tasavvufa özgü bir metodolojinin bulunduğunu aydınlatıcı fikirlerle ortaya koymaları gerekmektedir.” (a.g.e., s.136)
Fıkıh ilmi söz konusu olduğunda bu ilmin yüreğinde duran mükellefiyet kavramını zaman zaman ortadan kaldırdığı izlenimi veren bir takım tasavvufî fikirler hatırlanabilir. Hakikate ermiş mutasavvıfın üzerinden mükellefiyetin kalktığı gibi bir takım öğretilerin gerçek anlamı ya da müride ait şahsî mükellefiyetin şeyh tarafından üstlenildiği gibi bir takım yaklaşımların gerçek tasavvufla ilişkisi herhalde yine tasavvuf araştırmacısı tarafından ortaya konacaktır. Ancak ‘şeriat-tarikat-hakikat’ üçlemesinde şeriatın olmazsa olmaz bir yolculuk şartı olarak kabul edildiği de unutulmamalıdır. (…), fıkıh ilmi ile tasavvuf arasındaki ilişkinin ötekilerden çok daha az tartışmalı olduğu ortaya çıkar. (a.g.e., s.136)
Kelâm ilmine gelince, temel sorusu “hangi itikad?” olan bu disiplin özellikle bâtınî tevil yöntemi ve vahdet-i vücûd doktrini söz konusu olduğunda zaman zaman tasavvuf hakkındaki hararetli tartışmaların hareket noktasını teşkil etmiştir. Bir dinî ilim olarak temel referansı vahiy, yöntemi de nazarî aklın yöntemi olunca kelâm ilminin Kur’an âyetlerinin itikadî formülasyonlarını aklî ve teolojik sistemler olarak ortaya koyması kaçınılmazdır. Tabiatıyla ortaya konan itikadî sisteme uygun düşmeyen kavram, yöntem ve ilkeler tereddütle karşılanacak ve belki de dışlanacaktır. (…)” (a.g.e., s. 136-137)
(…) Burada hemen Gazzâlî ve onun İhyâ projesini hatırlamamız gerekmektedir. Bu proje çerçevesinde Gazzâlî, bir yandan felsefî mantığa dayalı metodolojiyi, diğer yandan tasavvuftan gelen canlanlandırıcı soluğu bilgi sistemine dâhil eden bir yaklaşımla ilmî ve fikrî bütünlüğe ulaşmanın mümkün olduğunu pekâlâ göstermiştir. (…)” (a.g.e., s.137)
No Comments