“Taşralı’nın sonundaki birkaç yazı”
Merhûm Nurettin Topçu‘nun (1909-1975) “Taşralı’‘ adlı hikâye kitabındaki son dört hikâyesi (ki ölümünden aşağı yukarı yirmi yıl önce kaleme alınmışlardır –Muzaffer Civelek-) Yıldırımın Huzurunda, Mahşer, Büyük Mahkeme, Ebedî Hayat başlıklarını taşımaktadır. Merhum, ölümünden birkaç gün önce yanında bulunanlara hangi eserlerinin en çok beğenildiğini sorunca verilen cevaplardan başı ile yaptığı işaretle tatmin olmadığını belirtmiş; cevabı, “Taşralı‘nın sonundaki birkaç yazı” diyerek bizzat kendisi vermişti. (Dergâh’ta bunlardan Yıldırımın Huzurunda hakkında bir deneme tarafımızdan yapılmıştı).
Nurettin Topçu’nun birinci tekil şahıs ağzından yazdığı bu hikâyelere atfettiği değeri bugün bunları bir kere daha okumak suretiyle iç dünyasında yaptığı yolculuğa eşlik ederek anlamlandırabiliriz. Böylece onun bizi çıkardığı bir yükseklikten veya bizi indirdiği bir derinlikten hayatına ve eserine uygun bir açıdan bakmak imkânını elde etmiş oluruz.
Mahşer, Büyük Mahkeme ve Ebedî Hayat üçlüsü, adlarından da anlaşılacağı üzere bizi bir yolculuğa davet ediyor, ölüm ötesine götürüyor. Bunlar yaz gölgelerinde, suların akışında, dağların duruşunda, yükselen ufukların enginliğinde, tabiatın ince nakışlarında, ahlâkî eylemden sonra kalbe dolan sevinçlerde cennetin lezzetlerini tadan; ancak yaşadığımız nâkıs dünyadan atlayarak, ateşten ve merhametten de geçtikten sonra suyun denize kavuşması gibi Rabbinin huzuruna ereceği tam ve mükemmel bir dünyanın hasretini çeken bir muzdaribin satırlarıdır.
“…. ben öldüğüm zaman siz yatağımın etrafında toplanmıştınız… Hakikatte beni ilk defa seviyordunuz. Ne servetim, ne kuvvetim ne de aranızdaki silik hayâlim için, hattâ içinizden bazınızın benimsediği fikirlerim için de değil, yalnız benim için sevdiğiniz o sahne, herkesin ömründe ancak bir defa yaşadığı bir sahne idi… Siz benim nereye gittiğimi bilmediğiniz için ağlıyordunuz. Bense dünyada böyle bir ölüm için yaşamıştım.” (Ebedî Hayat)
Bu hikâyelerde Kur’an’dan alınan ilhamlarla daha bir kalpten sayfalar açılıyor; hayır ve şer, iyilik ve kötülük, riya ve samimiyet, günah ve sevap, zulüm ve adâlet, ceza ve merhamet, nedâmet ve şefaat önümüzde bir deniz gibi kabarıyor. Âkıbet bizi her zaman sondan başa döndürmeğe icbâr ediyor (zorluyor); çünki sonumuzu, bir fiskelik etki ile de olsa, tasarlayıp irade gösterdiğimiz eylemlerimizle, dünyadaki duruşumuzla, yöneliş ve seçimlerimizle belirliyoruz.
1975 yılının Temmuz ayında Haseki Hastanesi’nin bir o odasında yukarıda belirttiğimiz üzere Taşralı‘da adı geçen hikâyemsi denemeyi işaret eden merhûm sanki “ben şimdi kendimi buradan görüyorum, siz de beni en iyi buradan görebilirsiniz” demek istemişti.
Âhiret yolculuğunda, ebedî hayatın başlangıcında “nereye gidiyoruz” sorusuna refakatçi melek “nereyi istiyorsan” demedi. “Nereyi istedinse” diye cevaplandırdı. Nereyi istedinse! Bu dünyada nasıl istemeliyiz? Nasıl istemeliyiz ki istemesini bilmiş olalım? “İstemek, her şeyle birleşerek, bütünle beraber, bütün için istemektir.”
“Hep istediklerimi bulacak mıyım?” Melek cevap verdi: “Gerçekten aşk ve inanışla istediklerinin hepsine kavuşacaksın” ihtiras istemek değildir. Kibir ve ihtiras sahipleri sadece kendi varlıklarını yükselttiler. Onlar yaşamadılar, çünkü gerçekte istemediler ve onlar cansız yığınlar olarak ebedî hayattan mahrum kalacaklardır.
“İstemek, her şeyle birleşerek, bütünle beraber, bütün için istemektir.”
Ebedî hayat her şeyle birleşerek, bütünle beraber, bütün için istemesini bilerek bu dünyada ömür boyu yapılan hazırlığın bir sonucudur. (…)
No Comments