Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi’nden(Müellif: M.İbn Arabî, Terc. Ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayan: Prof.Dr. Mustafa Tahralı, İz Yay., 6. Baskı 2013) alıntılar

 

“Hadîs-i şerîf gereğince, ‘Kader kader ile reddolunur (geri döndürülür).’ Meselâ tabiatta soğukluk ve sıcaklık vardır; ve kezâ nûr ve zulmet vardır. Soğukluğun reddi sıcaklık ile; ve sıcaklığın reddi soğukluk ile; ve kezâ nûrun reddi zulmet ile ve zulmetin reddi nûr iledir. Dolayısıyla akıl soğukluğun veyâ zulmetin reddi için bir ısıtma veya aydınlatma usûlü bulup sıcaklık ve aydınlık hâsıl eder. Ve netice olarak da mahv ve isbât var olur. Ve kezâ demir demir ile ve tuzak tuzak ile reddolunur. Ve diğerleri de buna kıyâs olunur.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) ikinci Beyt-i şerîflerinde buyururlar: ‘Benim elim onun melekûtunda Allah’ın yemînidir.’ Yani benim elim olan hakikatim O’nun melekûtunda O’nun îcâd elidir. ‘Melekût’ dan maksat şehâdet âleminin üstünde olan gayb âlemi mertebeleridir, yani ruhlar ve misâl mertebeleridir. ‘Benim elim’den murâd ilâhî ilimde sâbit olan kulun hakikatidir ki, varlık tecellîleri ruhlar, misâl ve şehâdet mertebelerinde bu sâbit hakikatler hasebiyle vâki olur. Zîrâ Hak malûmu olan şeyi murâd eder. Ve malûm ise kulun sabit hakikatidir. Bundan dolayı kulun sâbit hakikati Allah’ın melekûtunda O’nun îcâd eli olur. ‘Ben dilediğim şeyi icrâ ederim. Ve rüsûm huzûzdur(hazlar)’. Yani ben ilâhî ilimde sâbit olan hakikatimin istidâdına uyarak murâd ettiğim şeyi kevnî (kâinata ait) mertebelerde icrâ ederim. Ve izâfî varlığımdan zâhir olan rüsûm(madde âleminde zuhura gelen fiil vs. şeyler) ve fiiller, ezelî olan hazlar ve nasiblerdir. (s. 250)

Bilinsin ki, her insan ferdinin ilâhî ilimde sâbit olmuş bir hakikati vardır. Ve bu hakikat ilâhî isimlerden bir ismin zıllî (gölgesel) ve hayâlî sûretidir. Ve bu hakikatler hakikî varlığın vahidiyyet mertebesine tanezzülünde (inmesinde) sâbit olur. Ve vahidiyyet mertebesi muhammedî hakikatten ibâret olan vahdet mertebesinin tafsilidir. Ve bu mertebeye ‘insânî hakikat’ ve ‘ilk akıl’ da derler. (…) Âlemde ‘imam’ muhammedî kullî ruhtur. Ve ‘kâtib’ bilcümle ilâhî isimlerin gölgesel sûretlerini toplayıcı olan ‘insânî hakikat’tir. Ve ‘kalem’ onların sûretlerini muhtelif mertebelerde nakş eden ‘ilk akıl’dır. Bu mertebelerin ilk levhi ‘küllî nefis’dir ki, ‘levh-i mahfuz’dur. Ve Âdem’de ‘imam’ onun cüz’î rûhu, kâtib onun hayâlî potansiyeli ve kalem onun ‘cüz’î aklı’ ve levh izâfî varlığı olan ‘cüz’î nefsi’dir ki, mahv ve isbât levhidir. (…) Ve âlem ikidir: birisi illiyyin âlemi ve diğeri siccîn âlemidir. ‘İlliyyin’ emr (iş) âlemi ve ‘siccîn’ halk(mahluk) Ve emr âlemi latiftir. Siccîn âlemi zuhûr âleminden ibaret olup kesîftir. İlliyyîn ebrârın makamıdır. Ve siccîn tabiat âlemi olup füccâr makamıdır. Nitekim Mutaffifîn, 83/7’de buyrulduğu gibi ebrâr ruhları şerîat hükmü mûcibince amel sebebiyle tabîat hükümlerinden halâs olduklarından illiyyîne yükselirler. Ve füccâr ruhları şer’î hükümleri terk ve nefsânî hazlara meyl ile tabîat hükümlerinde gark olmuş bulunduklarından illiyyîne yükselemeyip siccînde kalırlar. Şu halde gerek ebrârın ve gerek füccârın kâtibinin maddesi illiyyîndendir. Dolayısıyla imam ve halîfe olan rûh şehâdet âleminde melekûttan yani gayb âleminden, ilâhî ilimde sâbit olan bir emri açığa çıkarmayı murâd eyledikte, kalbe tecellî eder de sadr (göğüs)(s. 251-252) açılmış olur. Ve bu ‘sadrın inşirahı’ örtünün açılmasından ibarettir. Ve bu hâli tâkiben imâmın murâdı kalbde yazılmış olur. Ve bu kalb vezîr olan aklın aynasıdır. Dolayısıyla akıl bundan önce görmediği hayâlî sûreti kendi aynası olan bu kalbde görür; ve imâmın murâdı bu hayâlî sûretin izhârı (görünürlüğü) olduğunu bilir. Şu halde akıl kâtib olan hayâlî potansiyeli çağırıp onu murâdına muttali (haberdâr) kılar. Ve ona: nefs zâtına şunu ve bunu yaz! der. Ve hayâlî potansiyelin nefsânî potansiyel üzerinde tesbit ettiği bu sûretler uzuvlar ve el, ayak gibi organlar üzerine çıkar. İşte bunun için biz kâtib hakkında ‘şarabı memzûc’dur (başka şeyle karışık içecek) dedik. Çünkü o mukarrebînin çeşmesi ile uyuştu. Ve o yakınlaştırılmış akıldır. Zîrâ vezîr olmasından ötürü halîfeye, ona intisab etmişlerin cümlesinden daha yakındır. Ve kâtib akıldan yardım dilenip uzuv ve organların kalemi manâsı vasıtasıyla sûret âlemine görünür kılar. İşte içeceğin bu uyumundan dolayı kâtib hakkında kendisine kâmil şeref hâsıl oldu.” (s. 252)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked