“Temeddün (Medenîleşme) ve Hâkimiyet”

 

2 aylık düşünce dergisi olan Teklif ‘ te (Kasım 2023/ sayı 12) çıkan “Temeddün ve Hâkimiyet” başlıklı, Prof. Dr. Ömer Türker‘in yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Klasik dünyanın siyaset düşünürlerinin toplumsal bir varlık olarak insan hakkındaki tahlilleri, insanın tabiatı gereği medenî olduğu ilke kabul edilerek başlar. Yazılı kaynakları Antik Yunan’a kadar uzanan bu ilkedeki medenî kelimesi, insan fertlerinin varlıklarını idame ettirmek için mutlaka bir işbirliğine ihtiyaç duyduğunu ifade eder. Buna göre insanlar ancak hemcinsleriyle yeterli hale gelebildiğinden, zorunlu ihtiyaçların karşılanması için farklı maharet ve meslek gruplarının dayanışması gerekir.” (…) Bu durum ister göçebe veya bedevî, ister meskûn hayat formunda olsun, sade veya ayrıntılı bir toplumsal hayatın inşa edilmesini sağlar. (…)

Temel ihtiyaçların karşılanmasından ayrıntılı şekilde siyasî, iktisadî ve hukukî düzenlerin inşasına uzanan yelpazede toplumsal birliktelikler, oldukça farklı unsurları gerektirir. Sadece ihtiyaç, birbirinden oldukça farklı insanları bir araya getirmek ve onların birlikteliğini sürdürmek için yeterli değildir. İbn Haldun’un dediği gibi birliktelik, bir asabiye veya dayanışma ruhuna muhtaçtır. Yine asabiyeyi taşıyan topluluk, daima bir değer etrafında örgütlenerek hayatiyetini sürdürebilir. Bu sebeple Fârâbî’nin dediği gibi tüm içtimaî düzenler; zarurî ihtiyaçların karşılanması, cismanî hazları aslî maksat haline getirecek derecede bayağılık, toplum içinde saygıdeğerbir konuma ulaşarak şeref elde etme, başka toplumlara karşı üstünlük, toplumun üyelerinin özgürlüğü ve eşitliğinin sağlanması veya insan aklının kemâle erip ebedî mutluluğa ulaşılması gibi birtakım değerler etrafında örgütlenir. (dipnot: Bu bakımdan her ne kadar İbn Haldun toplumsal düzeni normatif yolla değerlendirdiği hususunda Fârâbî’yi eleştirse de Fârâbî’nin toplumsal düzen tahlili, bir araya gelen insanların hangi değerler etrafında örgütlendiğini tahlil ettiği ölçüde olgunun olabildiğince uygun bir tasvirini vermeyi amaçlar. Normatiflik belirli bir bakış açısıyla söz konusu örgütlenmeler arasında tercih yapıldığında ortaya çıkar.) Bu durum hem küçük ölçekli hem de büyük ölçekli topluluklar için geçerlidir. Fakat büyük ölçekli toplumsal düzenler, küçük ölçekli toplumsal düzenlerden farklı olarak birbirinden din, dil, kültür ve tarih bakımından oldukça farklı toplulukları bir araya getirir. Temeddün kelimesini kullanan klasik ahlâk ve siyaset kitapları bu duruma dikkat çekmektedir. Nitekim Kınalızâde Ali Çelebi (ö.979/1572) temeddün kelimesini bu çeşitlilik ve ayrıntıyı ifade edecek şekilde açıklar: “Birbirinden farklı insan grupları (taife) ve topluluklarının (ümmet) bir araya gelmesi, kaynaşması ve düzene girmesi.” (dipnot: Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlâk-ı Âlâî, haz. Mustafa Koç,İstanbul: Klasik Yayınları, 2007, s.479.) Arapça kalıbında geçişsizlik, parça parça ve zorlamalı oluş anlamları bulunduğundan temeddün lafzı, söz konusu bir araya gelmenin parçalı ve zorlamalı gerçekleştiğini de tazammun eder (içerir).

Her ne kadar bugün medeniyet kelimesiyle ifade ettiğimiz çok büyük ve uzun zamanda varlık gösteren içtimaî yapılar, ayrıntıda sözü edilen farklılıkları barındırsa da tüm bu farklı grup, topluluk, asabiye ve değerlerin bir medenî hayatın yahut temeddünün parçası olabilmesi için farklılıkları bir araya getirme özelliğine sahip bir topluluğun, asabiyenin ve değerin yahut değerler kümesinin olması gerekir. Aksi hâlde farklılıkların bir araya gelmesini sağlayan bir birlik bağından (vahdet sûreti) bahsedilemez. Bu bağlamda her büyük temeddün hareketinin gerektirdiği bir ana fikir ve değerler kümesi, bazen kısa bazen uzun sürede hakimiyet sağlayan asabiyeler; iletişimi sağlayacak ana bir dili; Ana fikir ve değerler kümesi doğrultusunda bir toplumsal hiyerarşi oluşturulmasını; mal, menfaat ve şeref paylaşımı yapılmasını; başka temeddün hareketlerinde görülmeyen araştırma alanları ihdas edilmesini; temel değerlerin uzantısı olup bilimler ve sanatlar/zanaatlar sayesinde mümkün ve vaki hale getirilen bir maddî kültür üretimini; siyasî ve iktisadî düzenle uyumlu bir ahlâk ve hukuka sahip olunmasını; oldukça muhkem yapılandırılmış bir askerî gücü gerektirir.

Bu maddeler artırılabilir veya ayrıntılandırılabilir. Fakat ben, anlatılanları dikkate alarak İslam temeddününün kısa bir degerlendirmesini yapmak istiyorum. İslâm, miladi yedinci asırda dînî ve siyasî bir hareket olarak dünya sahnesine çıktı ve kısa süre içinde mamur dünyanın önemli bir bölümü üzerinde siyasi hakimiyet kurdu. Belki tarihte görülmedik şekilde İspanya’dan İndus nehrine uzanan devasa coğrafyanın artı emegi önce Hicaz, ardından Şam ve Irak olmak üzere merkezî İslâm coğrafyasında toplandı. Bu büyük zenginlik, orduların sevk ve idaresinde, şehirleşmeye ve altyapı giderlerine harcandı fakat asıl büyük gelişme, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet etrafında devasa bir bilimler külliyatının inşâsıydı. Yani Müslümanlar, sadece siyasî hâkimiyet kurmakla kalmadılar; siyasi hakimiyeti o dönemde başka herhangi bir coğrafyada bulunmayan bir bilimsel seferberlikte kültürel hakimiyete dönüştürdüler. (…) Kısaca nazarî ve amelî alanlarda veri toplama, onları disipline etme ve araştırma alanına uygun yöntemler inşa etme süreçleri tamamlandı. Bununla eş zamanlı olarak sözü edilen devasa coğrafyayı yeniden şekillendirecek şehirleşme, siyasi ve iktisadî düzen oluşturma ve hukuk inşa etme süreçleri tamamlandı. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked