“Ve bu bir meseledir ki, ben haberdâr edildim. Onu ne ben ve ne de benim gayrim hiçbir kimse hiçbir kitapta yazmadı; ancak bu kitaptadır. Böyle olunca vaktin eşsiz incisidir.”
Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II’de (eser sahibi: Muhyiddin İbnu’l-Arabî, tercüme ve şerh: Ahmed Avni Konuk, yayına hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve Dr. Selçuk Eraydın, Yayın:İFAV, Yedinci Baskı 2017) İshâk Fassı’nda s.126’da geçen bir söz bu yazının başlığı oldu. Bu sözün devamı şöyle: ” İmdi sakın ki, ondan gâfil olmayasın! Zîrâ senin için kendisinde bir sûret ile beraber huzûr bâkî kılan hazretin/mertebenin misli, Hak Teâla’nın, hakkında ‘Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık ‘ (En’am, 6/38) buyurduğu kitâbın mislidir. İmdi o kitap, vâkıı/olanı ve gayr-i vakıı/ olmayanı câmidir(toplayıcıdır).” (s. 126)
“Yani Hakk’ın mahlûku ile abdin/kulun mahlûku; ve Hakk’ın mahlûkunu koruması ile kulun kendi mahlûkunu koruması arasındaki fark ile kulun Hak’tan mütemeyyiz / seçkin olması meselesi bir meseledir ki, Hak katından ben ihbâr olundum. (…) Ben ancak onu bu Fusûsu’l-Hikem‘de yazdım. Dolayısıyla bu mesele vaktin eşsiz incisidir. Ey Ârif,sakın bu meseleden gâfil olma! Zîrâ şu hazret/mertebe ki, sen onda bir sûret ile huzur üzeresin; ve o mertebede o sureti müşahede edip onu korumakla, mahlûkun olan şeyin sûretlerini mertebelerin hepsinde korursun. İşte o mertebenin misli, Hak Teâlâ hazretlerinin Kur’an-ı Kerîm’de ‘Biz Kitap’ta bir şeyi terk etmedik/bırakmadık’ (En’am, 6/38) buyurduğu kitabın yani levh-i mahfuz’un misli gibidir. Ve o kitap ezelden vaki olan şeyi ve el-ân gayr-ı vaki olan, ebede kadar vaki olacak şeyi câmi/toplayandır.” (s. 126)
“Bundan dolayı beş mertetebeyi kuşatan ârif, kendi mahlûkunun bir mertebede olan sûretini o mertebeyi müşahede etmesi sebebiyle korumakla, o mahlûkun mertebelerin tümünde olan sûretlerini koruması ve sûretlerin cümlesi, ârifin müşahede ettiği mertebedeki sûretin zımnında /içinde olması hususunda, o müşahede olunan bir mertebe, şeylerin hepsini toplayan ‘kitab-ı mübîn’ / apaçık kitab gibidir. Ve bir sûret bile ondan hariç değildir.” (s. 126-127)
” Ve bizim dediğimiz şeyi ancak kendi nefsinde Kur’an olan kimse bilir. Zira Allah’tan korkan için Allah Teâlâ furkan kılar. Ve o da, onun sebebiyle kulun Rabbinden mütemeyyiz (seçkin) olduğu şeyde, bu meselede bizim andığımız furkan gibidir. Ve bu furkan da Furkan’ın erfa’ıdır/ en yükseği.” (s. 127)
“Bilinsin ki, ilk taayyün ve onu izleyeni ve ruhlar âlemi, misal âlemi, şehâdet âlemi ortağı ve nazîri/benzeri olmayan bir mutlak varlığın tenezzülünden (en üst mertebeden inmesinden) husûle gelmiş olan itibarî mertebeleridir. Ve bu tenezzül de celâ (mertebesinden ayrılma) ve isticlâda (zuhurda) kemâl içindir. Dolayısıyla ‘kâmil insan’ mertebesi, mutlak varlığın tenezzüller mertebelerinin altıncı mertebesi olduğundan, kâmil insan kendi nefsinde mertebelerin hepsini toplamış olur. İşte böyle, ilâhî ve kevnî mertebelerin cümlesini kuşatmış olup ilahî sureti ve halkî sûreti toplamış olan kâmil insan kendi nefsinde Kur’an olan kimsedir. Ve tüm şeyleri nefsinde bir araya getirmiştir. Ve eşyâ / şeyler onun varlığında birbirine bağlıdır. (…) Muttakî olan kimse mahlûkun sıfatlarını Hakk’a isnad etmekten sakındığı için Hak’la halk arasını ayırır; yani halk ve Hak için ayrı ayrı birer varlık isbât eder. Şu halde takvânın üç mertebesi vardır: Birincisi avamın takvasıdır ki, Hakk’ın yasakladığı şeylerden ittika ve ictinabdır (sakınma / takva). İkincisi Havassın takvâsıdır ki, kemâlâtı kendi nefsine ve mezammı / zem olunan şeyleri Hakk’a isnad etmekten sakınmadır. Üçüncüsü Ehassu’l-havâss’ın(seçkinlerin seçkini) takvâsıdır ki, zâten, sıfaten ve fiilen Hakk’ın varlığından gayri bir varlık isbâtından çekinmektir. (…)” (s. 127-128)
No Comments