“Ve kân’ Allâhu bi-külli şey’in muhîtâ (Nisâ,4/126)
Bu kerîm âyete göre “Allah her şeyi, yani bütün varlıkları, hem ilmiyle ve hem de varlığıyla kuşatmıştır. Şu halde herhangi bir varlığın (vücûd: varlık) Hakk’ın varlığı hâricinde bağımsız bir varlığı yoktur. Eğer O’nun varlığı hâricinde herhangi bir şey olabilseydi, O’nun sonsuz olan varlığına bir sınır çizilmiş olurdu ki, ‘mutlak varlık‘ hakkında bunun tasavvur edilmesi mümkün değildir. O halde mutlak olan ‘varlık‘ birdir, sonsuzdur ve O’nun hâricinde, yani varlığının kuşatmamış olduğu herhangi bir bağımsız varlık yoktur.
İbn Arabî Fusûsu’l-Hikem‘de şöyle demektedir: “Ey eşyâyı (şeyleri) kendi nefsinde halk eden! Sen halk ettiğin şeyi câmi’sin (toplayıcısın). Varlığı sonlu olmayan şeyi sen varlığında halk edersin”
“Şu halde ‘tabiat‘ kimdir ve ondan zâhir olan nedir? Ve biz onu kendisinden zâhir olan şeyle nâkıs (noksan olan); ve zâhir olan şeyin ademi (yokluğu) ile zâid (artan) olduğunu görmedik. Ve zâhir olan şey onun gayri (dışında) değildir. Ve sûretlerin ihtilâfından ötürü onun üzerine bu, bârid (soğuk) ve (yâbistir) kurudur; ve bu hârr u yâbistir (sıcak ve kurudur) diye hüküm ile berâber, zâhir olan şey onun aynı değildir. Böyle olunca ‘tabiat‘ yebsi (kuruluğu) topladı; ve bundan gayrisini (başkasını) da ayırdı. Halbuki câmi’ (toplayıcı) olan tabiattır. Hayır, belki ‘ayn‘ tabiattır. Dolayısıyla tabiat âlemi, bir âyinede olan sûretlerdir. Hayır, belki muhtelif âyinelerde olan bir sûrettir. Şu halde teferruk-ı nazardan dolayı ( bakış ayrılığından dolayı), ancak ‘hayret‘ vardır.”
“Bilinsin ki, insan denilen düşünen mahlûk, kendi varlığını ve çevresindeki varlıkları idrâke başlayınca fikri bunların mebdeini (başlangıcını) taharrîye (araştırmaya) kalkışır. Vahşî kavimlerin bile bir mûcidin varlığını kabûl ile şuna buna tapmaları bu fikirlerin aranmasının neticesidir. İnsanların sûretlerindeki farklılıklar gibi akılları da farklı bulunduğundan akıllar umûmî sûrette terbiye ve tahsil ile aydınlanıp düşünceleri o nispette yükseltir. Fakat akıl ne kadar aydınlanıp yükselirse yükselsin, vehm ile dolu olan aklının verdiği bir hüküm, onun vehm hükmünden hâriç bulunan diğer biri (âkıl /akıllı) tarafından iptâl olunur. Bu hal böylece zincirleme gider. İşte bunun sonucu olarak âlemde birçok felsefî meslekler zuhura gelmiştir. Fakat akıllarına hâkim olan vehimleri dâimâ doğru yoldan ayaklarını kaydırmıştır. Zamanımızın mütefekkirleri ise fen dairesinde tabiat âlemini tetkik ve mahsüsâtın hakikatlerini istidlâl etmek usûlünü izlerler. Ne ki mahsüsâttan zincirleme mebdee ulaşma mümkün değildir. (…) Bundan dolayı hakikatleri akıllarıyla bulup çıkarmak için daimî mesaîde bulunanlar Ömer Hayyam hazretlerinin şu: Rubâî (tercüme): “Onlar ki akıl kârı ile gayret ederler. Yazık ki hep öküzden süt sağarlar. Öküzlük libası giymeleri iyidir; öyle ki bugün ile yaprak bile satmasınlar! (…) Bu halin sebebi, esmâî ve sıfâtî hakikatleri talim için şehadet mertebesine tenezzülle enbiyâ (a.s.)ın belirmeleriyle ortaya çıkan hakikî tek varlığın, onların lisanlarından vâki olan ihbarlarına kulak asmamaktır. Nitekim (sav) Efendimiz “Ben muallim olarak ba’s olundum” buyururlar. Hâlin hakikatı bu merkezde iken ukalâ kendi akıllarına itimad edip: “Bizim muallime ihtiyacımız yoktur, biz aklımız ile hakikatleri idrâk edinceye kadar çalışırız. Nübüvvet davâsıyla içimizden zuhur eden bizim gibi bir âkıle niçin tâbi olalım?” deyip serkeşlik ederler. Eğer tâbi olsalardı kendi nefislerini bilmekle Hak kendilerine zâhir olur idi. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîmde buyurur: “Biz âyetlerimizi ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara gösteririz, tâ ki Hak onlara zâhir olur.” (Fussilet, 41/53) Şeyh-i Ekber’in Hak lisânı ile tabiat hakkındaki beyânı: İstifhâm sûretiyle buyururlar ki: Tabiat dediğin nedir? Ve tabiattan zâhir olan kimdir? Yani ‘tabiat’, ulûhiyyetin zâhiriyyeti olan bir hakikattir. (…) Dolayısıyla zuhur eden sûretler sırf yokluktan gelmez. Ve yok olan sûretler de sırf yokluğa gitmez. Onların varlık ve yoklukları izâfîdir. (…) Ve tabiat kendinden zâhir olan şeyin hakikati değildir.”
No Comments