“Vücûd ve Vahdet-i Vücûda Dâir ‘Şerh-i Rubâiyyât’ isimli Molla Câmî’nin eserinin Tâhiru’l-Mevlevî tercümesiyle ve Abdulrahman Acer tarafından tercüme ve notlarla yayına hazırlanmış ve kitaplaşmış hâlinden(Litera Yayıncılık, 2014) alıntılar
“Rubâî 1 meâli: Hamd ve senâya hakikaten tek layık ve onu tek hak eden Allahu Zü’l-Celâl’e hamd ederim ki; kâinâtin her zerresi O’nun lütuf ve ihsan denizinde müstağraktır(gark olmuştur). Fazlını lutfederek tevfikini (yardımını) refîk etmeden (arkadaş kılmadan) hiçbir fırka, hatta hiçbir kimse o Zat-ı Ecell ü A’la’nın şükür ve hamdine muvaffak olamaz.
Cenâb-ı Hak öyle mutlaktır ki sıfat ve mevsuf (vasıflanan) ikilisinden hâsıl olan kesret, O’nun İzzet ve vahdetine yol bulamaz. Hakikatten perdelenmiş olan akıl erbâbının fikir ve düşünme faaliyetlerinin, Hakk’ın hüviyetini idrâk etme husûsunda âciz kaldığından, hatta bu idrâkin onlar için imkânsız olduğundan şüphe olunamaz.
Ta’zim ve tekrîmler o Hakîm-i Kerîm-i İlâhî’ye ki, ‘Bana kelimelerin câmi olanları verildi’ hadîs-i şerifi, kendisinin toplayıcılığının kemâline işaret eden bir kelâmdır. Kezâ ‘Allah sana bilmediğini öğretti.’ âyet-i kerimesi de (Nisa, 4/113) ilim ve marifetinin yüksekliğine parlak bir delildir.” (s.51-52)
“Vücûd Ve Vahdet-i Vücûda Dâir Rubâîler ve Şerhleri başlıklı bölümden:
Rubaî 3 meâli’nden: Vacibu’l- Vücûd Hazretleri ki yeniye de eskiye de varlık nimetini ihsan eylemiştir. ‘Kün’ yani ‘ol’ emri, o nimet ve insanın tasvîridir. (…) O öyle bir ‘Vücûd’ dur (Varlık) ki ‘var’ da ‘var eden’ de O’ndan ibarettir. ” (s.55)
“Rubai 7 Meâli ve Şerhinden: Şuhûd (ilahî tecellîleri müşahede etme) nazarında Vücûd’un kendisinden başka her şey, o Varlığa muhtaçtır. (…) O halde ‘vücûb’ (zorunluluk) vasfı Varlığa mahsustur ki maksûd olan (amaçlanan) da odur.Bu Rubâi, Vâcib Varlığın kendi hakikatiyle bir olmasına işârettir. Vücûd kavramının ‘ayn’ı (hakikati) ve cüz’i olmamak açısından varlığa aykırı bulunan bir şey -mesela insan- kendisine varlık ârız olmayınca (sonradan eklenmeyince) onunla muttasıf yani var olamaz. Varlığa aykırı olan her şey mevcut olmak için kendisinden başka bir şeye, yani varlığa muhtaçtır. Var olmakta gayrısına muhtaç olan her şey de ‘mümkin’dir. Zira mümkin, var olma husûsunda kendisinden başka bir şeye muhtaç olan şeydir. Böylesi ise ‘vâcib’ olamaz. Aklî deliller ile sabittir ki ‘vâcib’ mevcuttur. O halde Varlık’tan başkası vâcib olamaz. (…) Dolayısıyla ‘mevcûd’, çokluk halinde bulunan şeyler için kullanılan bir ‘küllî/tümel kavram’, ‘vücûd / varlık’ da bu şeylerle ortaklık kabul etmeyen bir ‘hakikî cüz’î kavram’ olur. (…) Vücûdun hakîkati ‘hakîkî cüz’i’, vücûd lafından zihne ilk gelen tümel kavram’ da -vacibin, hakikatine kıyası gibi- o kavramın hakikatine nisbetle ‘çeşitli türleri kapsayan, ancak varlığı her durumda nitelemeyen anlamlardır. Bu yaklaşım filozoflar gibi fikir ve nazar erbabına aittir.” (s. 61-64)
“Vahdet-i vücûda inanan sûfiyye de derler ki, aklın tavrının ötesinde bir tavır vardır. O tavırda mükaşefe ve müşahede yoluyla bazı şeyler keşf olunur. Akıl onları idrâkten âcizdir. Nitekim hisler de aklın idrâk sahasında bulunan şeyleri yani ‘makulât’ı idrâkten âcizdir. İşte aklın idrak etmekten âciz olduğu bu tavırda Vâcibu’l-Vücûd’un ‘ayn’ı (hakikati) olan varlığın hakikatinin ne tümel, ne tikel, ne hâs (özel) ne de âmm (umumî) olmadığı tahakkuk etmiştir. Vücûd (Varlık) mutlak olmak kaydı da dahil olmak üzere her türlü kayıttan münezzeh ve müberradır. (…) İşte zikredilen hakikat vücûd ile nitelenmiş olan her şeyde tecelli ve zuhur etmiştir. Hiçbir şey o hakikatten boş değildir. Eğer hakîkat varlıktan tamâmen boş olsaydı, asla varlık ile sıfatlanmış olamazdı.” ( s.64-65)
No Comments