“Yani biz insanlar kapımızı çalıp ‘Ben geldim!’ diye seslenen hakikate kapıyı açmayız.”
İsmet Özel‘in “Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir” isimli kitabındaki (TİYO Yayınları) “Anahtarın Düştüğü Yer Veya Ne İşi Var Homeros’la Karl Marx’ın Şiirin Türk Tarihi İçerisinde?” başlıklı yazısından yapacağım bazı alıntılamalardan ibâret olacak bu yazı.
“İmanına sarılanlar yalnızca Allah’tan korkar ve yalnızca Allah’tan ümid eder. Bu aynı zamanda onların kendileri dışında Allah korkusu taşıyan her insandan bir şey umma hissini kuvvetlendirir. Böylelikle insan insanın ümididir diyebilme imkânına kavuşuruz. Bu zihin çerçevesinde insanlardan pek çok şey umduğum gibi şu pek meşhur fıkrayı bilmelerini de umuyorum: Gece vakti sokak lâmbası altında endişeyle bakınan adama sormuşlar: ‘Nedir seni bu can sıkıntısına düçar eden?’ Adam huzursuzluğundan hiçbir şey eksiltmeksizin cevap vermiş: ‘Düşürdüğüm anahtarı arıyorum!’ Sual edenler yardım edenler haline dönüşmek kastıyla bir yeni sual tevcih etmiş: ‘Anahtarın düştüğü yer tam olarak hatırında mı?’ ‘Ah, evet’ demiş telaşlı adam, işaret parmağıyla iki metre ötesini göstererek ‘anahtarımı tam şurada düşürdüm.’ ‘Niçin’ demişler, ‘aramanı anahtarı düşürdüğün yerde yapmıyorsun?’ ‘Çünkü’ diye cevabı yapıştırmış adam, ‘orası o kadar karanlık ki, orada değil anahtarı bulmak, herhangi bir şeyi bile görebilmem imkânsız.’ Fıkra meşhurdur, ama hiç kimse bu fıkradan alınmaz. Hiç kimse benim de bu adamdan farkım yok demez kendine, benim de yaptıklarım bu adamın yaptığından başka bir şeye benzemiyor demez. Yani biz insanlar kapımızı çalıp ‘Ben geldim!’ diye seslenen hakikate kapıyı açmayız. Hakikatin de, herkesin de duyabileceği yükseklikte bir sesle şunu deriz: ‘Kusura bakma, vaktimi seninle meşgul olmağa hasredemem. Şu anda ben hakikatin kapımı çalmasını bekliyorum.’
Allah’ın rahmetinin üzerimizden hiç eksilmeyeceğini, her seferinde kapımızı çalanın hep hakikatin ta kendisi olduğunu niçin kolayca ve erkenden fark edemeyiz? Çünkü dünyada geçirdiğimiz hayat boyunca maruz bırakıldığımız şartlandırmalardan bir şikayetimiz yoktur. Bilakis giderek düşmanlarımız tarafından nelere şartlandırıldıysak onlardan kopmanın korkusuyla yaşar, bizi doğru yola yedecek dost eli geri çeviririz. İnsan olmak rahatı şartlanışta aramaktır sanırız. Beğendiniz modern hayat bize anahtarı kaybettiğimiz yerin sadece koyu karanlık olduğunu telkin etmekle kalmaz; oranın kesici, delici aletlerle ve ölümümüze sebep olacak patlayıcılarla, mensup olduğumuz kitleyi tümden imha edecek silahlarla tıka basa dolu olduğu yalanıyla rahatlatır. Anahtar kayboldu. Bu yüzden benim Türk şiirinin tarihini yazma gibi bir derdimin olmadığını anlayacak kafa da kayboldu.
Ben Türk şiirinin tarihini yazmıyorum. Şiirin Türk tarihini yazmakla meşgulüm. Dikkate değer bulduğum Türk şiirinin tarihi değildir, şiirin Türk tarihidir. Bir tarih, ama bizi bugüne ulaştıran hâdiselerin değil, hâdiselere şahitlik edenlerin tarihi. (…) Benim yaptığıma aramak denirse anahtarı bulma kastıyla aradığım bilinmelidir. (…) Şair-Türk olmak ilk bana nasip oldu. Ne yapıyor şair Türk? Türkün şair olanı şiirin tarihini ait olduğu taraf itibariyle yazıyor. Damardan bir anlatı karşısındasınız.
Benim hayatta oluşum sizleri sokak lâmbasının aydınlattığı ‘steril’ ortamdan uzaklaştırıp anahtarın düştüğü rizikolu yere veya yerlere götürme arzusu rüzgârından nemalanıyor. Başımdan geçenler haricindeki hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Dünyada ne işim olduğuna dair bir fikrim var. Siz de kendinizin varlık sebebi hakkında bir fikir edinin. (…) Pek de kısa sayılmayacak ömrüm boyunca benim elimden aranacaksa düşen anahtarı sadece düştüğü yerde arama tavsiyesinden fazlası gelmedi.
(…)
Neydi benim yazmadaki gayem? Ben şimdiye kadar ne yazdı isem insanoğluna düşmüş bir tanrı vehmiyle yaklaşan Batı merkezli kafaları terslemek için yazdım. Benim gayemi devre dışı bırakıp yazdıklarımı okumanız benimle müşterek zeminde yer almağı reddetmeniz anlamı taşır. Manzum ve mensur bütün yazdıklarımla ben öç alma gayesi gütmekteyim. Türklüğü ifsada uğratan İbranî-Hıristiyan, Grek-o-Romen kültürün ajanlarıdır. Elime kalemi aldığım günden beri ne yazdıysam, bunu o ajanlardan bütün hayatım boyunca gördüğüm zararın intikamını almağa ahdettiğim için yaptım. Dolayısıyla, düşen bir şey varsa, bizi Allah’ın müntekim vasfına ulaştıracak olan anahtardır, insan değil. Onsuz ne yaparsak noksanlıkla malul anahtarın elimizden düştüğü vakıadır. (…) Ben yazdığım her şey gibi şiirin Türk tarihini de yazarak düşürdükleri şeyi bilhassa kolaylarına giden yerde arayanların bütün dürüst insanları maruz bıraktıkları sefalete parmak basmak istiyorum. (…)
(…)
Şair olarak varlık gösterişim birilerinin insafına sığınış politikamın mahsulüdür demek herhangi bir ağza yakışır mı? Yakışmaz. Üstelik yakışıksızlığın fark edilmesi, yakışıklılığın fark edilmesinden daha kolaydır. Her türlü millî varlığa, ama bilhassa Hakka tapan Türk varlığına düşmanlığı şiire düşmanlıkla mezcedip izhar edenler habasetleriyle başbaşadır.
Şiirin Türk tarihinde Homeros’la Karl Marx’ın yeri haklılık adına can alıcı noktaya parmak basma faaliyetinin gösterildiği yer, anahtarın düştüğü yerdir. Divan edebiyatının terki millet varlığına halel getirmediyse bu neticenin alınmasında Homeros’un inkârdan gelinemez payı var. Türk varlığı Lâle Devri’nden itibaren ardı kesilmeyen reformlara rağmen Batı Medeniyeti değirmenine su taşıma haysiyetsizliğine uğramadıysa bunda Karl Marx’ın (ve hatta büyük kızı Laura’nın) minnete müstehak payı var. Mesele şairin diyeceğini deme salahiyetini mensup olduğu milletten alıyor oluşunda yuvalanmıştır. Şiir her milletin aklına delil olduğundan ötürü şiirin değerine paha biçilmesine bir âlemşümul uygulama diyebiliriz. (…)” (alıntılar s.138-142 arasından)
No Comments