“Yitirilmiş Hikmeti Ararken” adlı kitaptan (müellifi: İlhan Kutluer) bazı sözler/ifadeler (5)
“(…) Bizce modern insana unutturulan en önemli sorular, teleolojik bilgiyle yani gaye bilgisiyle alâkalı sorulardır.
Bu, modern dünya, insanı metafizik duyarlıktan koparmak üzerine tasarımlandığı için böyledir. Varoluşunun anlamı üzerinde araştırma yapma cesareti bulabilen modernler ise eğer kalplerinde kuvve halinde bulunan ‘îmân’ etme eylemini fiilî hale getirme fırsatını elde edememişlerse, nasiplerine düşen, modern fantezi dünyasının uçurumlarında çılgın ve sonsuz bir düşüşün mazohistik hazzını yaşamaktan ibarettir.
(…) Kur’ân-ı Kerîmin neredeyse baştan sona insanın dünyevî varoluşunun anlamı üzerine sorulabilecek tüm soruların cevaplarından oluştuğunu söylemek hiç de abartılı olmayacaktır. Bütün bu cevaplar insanın ‘yeryüzünde halîfe kılınışı’ şeklinde ifade edilebilecek bir ana tema üzerine oturmaktadır. Hilâfet insana ait temel ödevin, dolayısıyla yaratılış gayesinin adıdır. Kur’ân metninin genelinden anlaşıldığı kadarıyla bu ödev ‘Tanrı adına’ değil belki ama ‘Tanrı’nın adıyla’, Yaratıcı’nın yeryüzünde ikame edilmesini istediği tüm aklî, ahlâkî, estetik ve teknik erdemleri yeryüzünde kâim kılmaktır. Ödevine uygun olarak insana akıl ve irade güçleri verilmiş, kendisi bu güçlerle donatılarak yetkili ve sorumlu kılınmıştır. Halife, kendisini yetkili kılan bir otorite olduğunu ve bu yetki sebebiyle de söz konusu otoriteye karşı ‘sorumlu’ olduğunu asla ‘unutmayacaktır’. (…)” (s.173)
“(…) Modern hümanizm insanın kendini öteki varlıklardan üstün kılan donanımı konusunda kime ne borçlu olduğunu düşünmesine ket vuran bir kültürdür.(…)” (s.174)
“(…) Tecellide tekrar yoktur. Yani varoluş sahnesinde hiçbir şey aynen tekrar etmez. Bu oldukça önemli bir husustur. (…) Fakat böyle olması, tecellilerin bir ‘kader’e göre parıldamadığı, dolayısıyla bir ölçü, ölçüt, ilke ve yasaya göre belirlenmediği anlamına da gelmez. Çünkü varoluşun tarih içindeki belirişinde tekerrür eden, yasalar ve ilkelerdir. Biz bunların tümüne birden Kur’ânî tabirle ‘sünnetullah’ diyoruz. İmdi, Müslüman aklının Asr-ı Saadet’e bu adı iki sebepten dolayı verdiği düşünülebilir. İlki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) liderliğinde gerçekleştiği için; ikincisi ‘erdemli toplum’un bütün manevî ve ahlâkî özelliklerini kendinde barındırdığı için. (…) Eğer bu çağın Müslümanlarının Asr-ı Saadet benzeri bir dönemi yeniden idrak etmesi mümkünse, yukarıdaki iki şart nasıl yerine getirilecektir? (…) Her şeyden önce Resulullah’ın beşerî varlığı yanısıra bir de ‘şahs-ı manevî’sinin olduğu düşünülmelidir. Onun manevî şahsiyeti, Kur’ân’ın orijinal tatbikatı demek olan sünnet ve hikmetinde mündemiçtir. O yüce insan, kurucu lider belki mahzûn ve mütebessim yüzüyle, o mübarek bedeniyle aramızda bulunmuyor olabilir; ancak sünnetinin ihyâsı mümkündür ve sünnetinin hayata geçirilmesiyle onun manevî şahsiyeti yine aramıza dönmüş olacaktır. Böylece Resûlün manevî varlığından sâdır olan bereketin bu asır Müslümanlarının pratiğini verimli kılması mümkün hale gelebilecektir. Bunun yanı sıra, ‘erdemli toplum’un yeniden inşası da mümkündür. Zira örneği yaşanmıştır, gerçektir, ütopya değildir. (…) Bu açıdan bakıldığında onun örnekliği yalnızca ideal oluşuna değil, reel oluşuna da delâlet eder. (…)” (s. 191-192)
No Comments