“Yitirilmiş Hikmeti Ararken”adlı kitaptan (müellifi: İlhan Kutluer) bazı sözler/ifadeler (6)

 

(…) Onlara “Sizin dünyanız” dediği dünya hayatının hakkını nasıl vereceklerini, bunu yaparken âhiret şuurunu nasıl edip de kaybetmeyeceklerini öğretti. (…)

Hakikatine inandıkları, kaynağına güvendikleri bir mesajın bağlısı olmak, onun gereklerini yerine getirerek özgürlüğü tatmak, kısaca inançları uğruna, inandıkları gibi yaşamak Asr-ı Saâdet Müslümanları için mutluluk sebebi olmuştur. (…) Fıtrata uygun olanın verdiği haz, uygun olmayanın verdiği elemi tecrübe etmiş Asr-ı Saâdet Müslümanı için çok anlamlıydı ve İslâmiyet’in onları ne gibi bir felâketten kurtardığını kavramış olmaları kendileri için başlıbaşına bir bahtiyarlık kaynağıydı. (…) (s.193)

(…) Nihayet, ödeve uygun yaşamanın hakiki gayesi de Allah’ı hoşnut etmek (Rızâ-yı Bârî) olunca, yerine getirilen yahut gözetilen her ahlâkî ödev yüreklerinde bir hoşnutluk kaynağı teşkil ediyordu. Bu hoşnutluğun, Fecir sûresinde de belirtildiği gibi karşılıksız kalmayacağına inançları tamdı: “Ey tatmin olmuş kişi! Hoşnut etmiş ve hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir. Gir cennetime. (Fecr, 89/27-30) (…)” (s.194)

(…) Şu halde problemin özü şudur: “Gâye”ye ulaştıran her “vâsıta” meşru olmadığına göre, içinde yaşadığımız çağda etkinlik ve geçerlilik kazanmış vâsıtalar, gâye bakımından nasıl bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır?
Modern zihniyet, ister dindarlarca isterse de dinsizlerce savunuluyor olsun, içinde bulunulan çağda etkinlik ve geçerlik kazanmış tüm araçları, birer ‘çağdaş belâ’ olup olmadıkları konusunu pek sorgulamaksızın, amaca hizmet eden “nimetler”olarak değerlendirme eğilimindedir. (…) (s.195)

“(…) Şunu demek istiyoruz: Tercümelerle başlayan bu temasın ardından Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi büyük müslüman filozoflar Platon, Aristoteles, Pre-Sokratikler ve diğerleriyle gerçek anlamda diyaloğa girerek artık tercüme metinleri aşan bir okuma, anlama, yorumlama ve yeniden üretme süreci içinde kendi İslâm felsefesinin özgün eserlerini üretmeyi başarmıştır. (…)” (s.214)

“(…) Oryantalizm’in gerçek hüviyetiyle ortaya çıkması Türk ve İslâm gücünün artık alt edilebileceğine inancın yeşermeye başladığı ve meselenin sadece bunun nasıl başarılacağından ibaret olmasıyla bağlantılıdır. İlgi alanının ‘Doğu’ kavramına kadar genişletilmesi ise Avrupa’nın kendine güvenmeye başladığı ve giderek Avrupa dışındaki kaynaklara göz diktiği dönemlere denk gelir. Çünkü eğer Avrupa modern zamanların emperyalist gücü haline gelmeseydi Ortaçağ’da ve hattâ Rönesans’ta olup bitenleri bir medeniyetin rakip medeniyet karşısındaki doğal bir savunma refleksi olarak yorumlayıp geçecektik. Oryantalizm bu anlamda modern zamanların bir üretimidir ve doğrudan doğruya Avrupa’nın dünyanın öteki bölgelerini kolonileştirme girişiminin bir parçasıdır. Yani bütün kendine özgü yönlerini Batı denilen Antik ve Ortaçağ’ı da içine alan müphem bir kütür coğrafyasından değil, Avrupa’nın başlatıp geliştirdiği modern zihniyet dünyasından almaktadır. (…)” (s.265)

“(…) Eğer olacaksa Oksidantalizm’in konusu ‘Avrupa bilinci’ değil, ‘Modern bilinç’tir. Çünkü ne kadim dünyanın Avrupa’sında Oryantalizm diye bir fenomen vardı ne de Postmodernite Oryantalizm’i meşru görmektedir. (…) (s.275) Oryantalizm’in telkin ettiği bu monolojizmden kurtularak diyalojik tutumlara yönelmek entelektüel sorumluluk gereğidir. Doğru tutum, ne ilkesiz çatışma ne de ilkesiz uzlaşmadır. (…) (s.284-285) Müslüman dünya, Sezai Karakoç’un deyimiyle önce kendi ruhunu, sonra İslâm’ın evrensel değerlerini ve nihayet insanlığı diriltmek görevindedir. (…)” (s.286).

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked