” ‘Yokun şeyliği’ teorisine göre nesneler var olmadan önce onların hakikatleri yoklukta bir sübuta sahiptir.”
Prof. Dr. Ömer Türker‘in CİNS adlı aylık dergide (Ekim 2021/Sayı: 73) çıkan “Gazzâlî Öncesi Kelam Geleneğinin Özcülüğü” başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan (onlardan birisi de başlığı teşkil eden, Basra Mutezilesi tarafından savunulan ‘yokun şeyliği’ teorisine ilişkin bir tesbit) oluşacak bu yazı.
“(…) Burada kelamcıların ortak kabullerinden farklı tavırlarına doğru genişleyen cevaplar zinciri kısaca özetlenecektir.
Ortak kabulleri iki maddede toplamak mümkündür. Birincisi şudur: Genel olarak kelamcılar, Ömer Nesefî’nin meşhur Akâid-i Nesefiyye’sindeki ünlü ifadesiyle ‘şeylerin’ hem ‘var olduğunu’ hem de ‘bizce bilinebilir olduğunu’ düşünür. Onlara göre şeylerin var ve bilinebilir olduğu, kanıtlamaya ve kuşku duymaya elverişli değildir. Kelamcılar tarih boyunca bu hususta görüş birliğini (sofistliğe karşı ortak bir duruşu) korumuştur. Bu bakımdan muhtelif kelam okulları başından beri ayrıntılı bir sofistlik eleştirisi yapmıştır. Hattâ sofistliğe karşı eeştirinin İslâm düşünce ekollerinin ortak tavrı olduğu söylenebilir. (…)
Ortak kabullerin ikincisi, olmuş, olan ve olabilecek bütün mevcutların, Tanrı tarafından önceden bilindiğidir. Kelamcılar, bütün âlemin Allah’ın fiili olduğu hususunda görüş birliği içindedir. (…) Allah’ın bilgisinin keyfiyeti, kelamcılar arasında epeyce tartışmalıdır. (…) Kelâmcıların, bilginin esas itibariyla zihnî bir izafetten ibaret olduğunu iddia etmeleriyle bu sorunu ‘çözdüğünü’ söylemekle yetinelim.
‘Var ve bilinebilir olan tam olarak nedir?’ sorusunu sorduklarında kelamcılar arasındaki görüş birliği yerini kökten şekilde farklılaşan cevaplara bırakır. Bu yazıdaki konumuz olan özcülük açısından verilen cevapları incelediğimizde, görüşlerin iki kutup arasında sıralandığı söylenebilir. Bu iki kutbu kısaca şöyle özetleyebiliriz: Birincisi, Basra Mutezilesi tarafından savunulan ‘yokun şeyliği’ teorisi (bkz. başlığı oluşturan ifade). Mesela elimdeki kalemin hakikati ne ise bu hakikat, kalem var olmadan yoklukta bulunur. Bu sübût, var olmak demek değildir; çünkü nesne var olmadan önce yokluktadır. (…) Sabit kelimesi var ve yoktan daha geneldir. (…) Bir şeyin yaratılması, o şeyin hakikatine varlık verilmesi demektir, o şeyin o şey yapılması değildir. Dolayısıyla bu görüşe göre varlık, hakikate eklenen bir sıfattır. (…) Kuşkusuz dış dünyada var olan bütün insan fertleri yaratılmıştır fakat yaratılmış olmak, onları insan yapan hakikatlerinin var kılınmasından ibarettir. (…)
İkincisi, Mutezilenin bir kısmı ve Sünnî kelamcıların savunduğu görüştür. Buna göre şeylerin var olmadan önce yoklukta sabit olan hakikatlerinden bahsedilemez. (…) Şeyin varlığını önceleyen bir hakikatten ziyade bilgisinden söz edebiliriz. Bütün nesneler Allah’ın iradesi ve kudretiyle var olur. İrade ve kudret ise bilgi doğrultusunda işlevselleşir. Bu sebeple var olan her bir nesne var olmazdan önce ezelî olarak ve varlığını yitirdikten sonra ebedi olarak ilahî bilgide tazammun (ihtiva) edilir. Fakat bu, herhangi bir şeyin sabit bir hakikat olarak orada bulunmasını ifade etmez; sadece Allah’ın yaratılan ve yaratılacak her şeyi önceden bildiğini ifade eder. (…)
(…) Diğer deyişle âlem, Tanrı’nın eylemlerinden ibarettir. Şu var ki, bu eylemler, eylemi yapan fâilin yani Allah’ın zâtında bulunmazlar; zira Allah’ın kudreti kendi zâtından varlık bakımından başka eylemleri gerçekleştirmeye güç yetirir. Bu düşünürlere göre herhangi bir nesnenin hakikati, ilâhî iradenin tercihine bağlıdır. (…) Yalnızca ilâhî takdirin belirlediği ölçüde varlığını sürdüren nesnelerden söz edebiliriz. (…) İlâhî bilgi sonsuz ihtimali içerir. Biz bu sonsuz ihtimallerden yalnızca var olanları bilme imkânına sahip olduğumuzdan bu dünyada yalnızca ilâhî bir âdetin olduğu söylenebilir. (…) Var olan şeyler hem var olmak hem de varlıklarını sürdürmek için daimi surette ilahî kudretin müdahalesine ihtiyaç duyar. (…)
Oldukça kaba sayılabilecek bu özetten çıkan netice şudur: Birinci grup kelamcıların kendilerine mahsus kökten bir özcülüğü olduğu söylenebilir, ama ikinci grup kelamcıların atomları ve temel arazları bir kenara bırakırsak türsel hakikatler seviyesinde özcülüğünden söz edemeyiz. Gazzâlî öncesinde bağımsız olarak ele alınması gereken bir eğilim Nazzâm ve Câhız gibi Mutezile imamları tarafından savunulan tabiatçı yaklaşımdır. Gazzâlî sonrasında ise İbn Sinâcı mahiyet fikri kelama girince kelamcılar arasında farklı görüşler dile getirilmiştir.”
No Comments