NAKŞU’L-FUSÛS’tan alıntılar
İbnü’l-Arabî’nin Kendi Fusûsu’l-Hikem Özeti olan ve William Chittick tarafından hazırlanan bu eserin Türkçesi Turan Koç‘a aittir (İZ Yayıncılık 1. Baskı, İstanbul 2023). Bu eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
Çevirenin Önsözü‘nden üç alıntı: ” “Bu kitap, Dâvûd el-Kayserî’nin Türkçeye çevirip şu günlerde yayına hazırlamakta olduğumuz Fusûsu’l-Hikem Şerhi‘nin bir bereketi olarak ortaya çıktı.”
“(…), Abdurrahman Câmî’nin bu risâlenin şerhi olan Nakdu’n-Nusûs fî Şerhi Nakşi’l-Fusûs adlı eserinin William C. Chittick tarafından, bazı kısımları atlanarak yapılmış İngilizce çevirisini Türkçeye kazandırmanın yararlı bir çalışma olacağı kanaatine vardım. Chittick’in bu çevirisi ilk kez Sophia Perennis (Tahran), Cilt I sayı (Güz 1975)’te, ikinci kez The Journal of the Muhyiddin İbn Arabî Society, Cilt 1, 1982’de yayımlanmış bir makaledir. Bu makalede Câmî’nin eseri bütün olarak yer almakla birlikte, özellikle Nakşu’l-Fusûs’un ibarelerini yakından izleyen kısımlar çok büyük bir duyarlıkla İngilizceye aktarılmıştır.”
Bu”Makaleyi tercüme işi tamamlanınca, onu Dâvûd el-Kayserî’nin Fusûsu’l-Hikem Şerhi‘nin Türkçe çevirisine bir ek olarak koymak yerine, başlı başına bir kitap olarak yayımlamanın daha yerinde olacağı düşüncesi ağır bastı. Bu eserin ortaya çıkış hikâyesi kısaca böyledir.”
“Çeviride, tıpkı Chittick’in Abdurrahman Câmî’ye uyarak İngilizce çeviride yaptığı gibi, araya giren ya da ilave yorum ve açıklamalar kaldırıldığında Nakşu’l-Fusûs’un özgün metnini takibe imkân veren bir çeviri yapmaya özel bir önem verdim. Bu yüzden, Risâlenin özgün Arapça metnine tekabül eden cümleleri koyu harflerle (bold) dizdim; yani bold dizilmiş kısımlar Nakşu’l-Fusûs‘a, normal dizilmiş kısımlar şerhe aittir. (…)
Çeviride biraz sıkça geçen parantez içi açıklamaların bir kısmı Chittick’e ait olmakla birlikte çoğu bana aittir. (…) Son olarak, burada bir hususa daha kısaca işaret etmek durumundayım: Her bölümün (fass) başlığında ‘kelime’ sözcüğünü, Şeyh’in çok önemli kavramlarından biri olmasından dolayı ve kast ettiği anlamı yakından izlemek için çeviride olduğu gibi korudum. (…) Burada ‘kelime’ ile kastedilen, onun zihnimizdeki varlığı ya da kavramsal özü olduğu halde, İbnü’l-Arabî’nin kullanımında ‘kelime’ ile kastedilen, ayırt edici özellikleri bakımından söz konusu peygamberin bizzat kendi özü (ayn) ya da hakikati ile ona ve ümmetine Allah tarafından bahşedilmiş olan şeydir. Kısaca, Kur’ânî kökleri de olan bu ‘kelime’nin İbnü’l-Arabî’nin dil ve söyleminde çok derin ve ötelere uzanan anlam katları vardır. Nitekim Batı dillerinde bazı yazarlar ve mütercimler bu kelimenin içerdiği metafiziksel anlam boyutlarını göz önünde bulundurarak, onu ‘logos’ sözcüğüyle karşılamaktadırlar.”
“Sübbûhî Hikmet (yani arındırma hikmeti) Hak Sübhânehû’yu tenzih ve tesbih etmekle, yani arındırmakla ilgili bilgi ve marifetten ibaret bulunduğundan, Şeyh (r.a.) (Muhyiddin İbn Arabî) Hikmetle ilgili bu bölüme tenzihin ne olduğunu açıklayarak başlamıştır: Hak Sübhânehû’yu Tenzih eden kimsenin yaptığı şey, yani kulun kendi sıradan aklına ya da anlayışına göre Hakk’ı belli bazı şeylerdemün arındırması demek olan tenzih bir sınırlama ve tenzih edilenin ( (münezzeh) kul tarafından, O’ndan alınan ve arıtılan şeylerle tahdit edilmesidir. Zira o kimse böyle yapmakla, O’nu alınma ya da arındırılmayı kabul etmeyen o şeylerden ayırmış olmaktadır. Öte yandan, burada yapılanı mantıki sonucuna götürerek konuşacak olursak, mutlaklık atfetmek de (ıtlâk), böyle bir nitelik atfedilen şeyi bu mutlaklıkla sınırlamaktır. O halde, burada onun yani tenzih eden kulun mutlaklık atfederek yücelttiği, mutlaklık ile kayda tabi tutulmuş sınırlı bir varlıktan, yani tahdid edilmiş bir Ulûhiyetten başka bir şey yoktur. Burada kendi aklı ve anlayışı ile Allah’ı tenzih eden kimsenin bilgisi kusurlu olduğu gibi -zira o Sınırsız ve Mutlak olanı sınırlı hâle getirmekte ve Kayıtsız Olanı kayıt altına almaktadır – Allah’ı etmeksizin yaratıklara benzeten (teşbih eden) de büyük bir yanlışlık içindedir. (…); doğrusu, O’nu sınırlayacak ya da bir şeye hasredip ona bağlı kılacak hiçbir sınır yoktur. Ama tenzih ile teşbihi birleştiren, O’nunla ilgili olarak bunların her ikisinin söz konusu olduğunu söyleyen ve O’nu bu ikisiyle birlikte anan ve anlatan kimse hakiki bir ârif ve muhakkık bir Kâmil İnsan’dır. Şeyh (r.a.) şöyle demektedir: Tenzih edersen sınırlamış olursun O’nu o Teşbih edersen kayıtlamış olursun doğrusu Ama eğer her ikisini birlikte yaparsan bulursun doğru yolu: Marifet alanında bir bey olursun, bir imam ulu mu ulu.”
“Şeyh (r.a.), Allah’ı sadece tenzih eden niteliklere göre bilmenin eksikliğine ve O’nunla ilgili olarak sadece teşbih yoluyla elde edilen bilginin durumunun da temsil (analogy) yoluyla elde edilen bir bilgi olduğuna işaret ettikten sonra şimdi açık bir şekilde, Allah’a ilişkin tenzih ile teşbihi birleştiren ve Peygamber Aleyhisselam tarafından da elde edilmesi emredilmiş bulunan ve kulun ona göre ödüllendirileceği bilgiyi (marifet) zikretmektedir: Şunu bilmen gerekir ki O’nun kendi vasfı ile ilgili olarak onlardan bilmelerini istediği hak yol, ‘Bilinmeyi arzu ettim ve bu yüzden âlemi yarattım.‘ (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 2016) gibi hadislerin ifadesiyle, vahyin (şeriatların) dilinin ortaya koyduğu yoldur. Dahası, herkes buna kendi görüşüne göre bir anlam vererek değil, Allah’ın kastettiği şekilde inanmalıdır. Kulun kafasındaki ‘tenzih’in Allah’ın peygamberlerinin dili üzerinden gönderdikleri ile ve onlara vahyettiği kitaplarda bulunanlarla uyum içinde olması gerekir. Zira aksi takdirde, Allah insan aklı ve düşüncesinin soyutlaması türünden bir tenzihle tenzih edilmiş olur. (…) Ama şeriatlar (vahiy) gelmeden ve onlar kanalıyla gelen bilgi ve marifet elde edilmeden önceki Allah Sübhânehû’ya ilişkin bilgi, O’nu gelip geçici olan olgu ve olayların temel özelliklerinden arındırmak idi. Öyleyse, ârif’in iki türlü bilgisi (marifet) vardır: Vahiy (şerâi’) gelmeden önceki akıl ve kesin kanıtlar yoluyla elde ettiği bilgi ve şeriat getirenden aldığı bilgi. Ama bunun şartı vahiyle gelenle gerçekten ne anlaşılması gerektiğini tekrar Allah Sübhânehû’ya havale etmektir, ona Allah’ın muradına uygun şekilde inanmaktır. Eğer Allah bu konuda ona yani ârife keşif yoluyla bir bilgi bahşederse ve O, ilahî Yasa (şer’) ile ortaya konup yükümlü tutulan şartlardan muradının ne olduğu konusunda o kişiye aklın kendi güç ve yetisiyle elde edemeyeceği bir bilgi bahşederse, bu keşif ve farkinda olma hâli, Şit a.s. fassında da zikredildiği üzere, Zât’la ilgili ilahî bir armağan olur.”
No Comments