Fütûhât-ı Mekkiyye 17.cild el- Vâhid, el-Ahad İlâhî İsmi s.114-115-119
“Birle ilahını, bütün fiiller Allah’ın Unutma sakın, görmezden gelme
Şirkten sakın, şirk eksiklik Otoritesini giydirir sana, senden başka var olan bir şey değil o.
‘Başka’ varlığı olmayan bir şey Sâbit dur, senin evin ilga edilmez ve yıkılmaz
Büyük bir lezzeti var onun yine de Cinsellik hazzı gibi bütün uzuvlarımızı kaplar
Allah biliyor ki zikrettiğim mısralarda Doğru sözler söylemekteyim, Allah, Allah!
Bu mertebenin sahibi -isim kastedildiğinde- Abdulvâhid diye isimlendirilirken sıfat kastedildiğinde Abdulahad’dır. Bu itibarla vahdaniyet, ahadiyetin bir’de -yani vâhid’de- bilfiil bulunmasıdır. Bu durumda o ahadiyet olmadığı gibi vâhid (bir) de değildir. Bu durum cismaninin cisim olmamasına benzer. (…) O halde vahdaniyet ahadiyet ile vâhid arasındaki gerçek bir bağ ve nispettir. (…) Allah ulûhiyetinde bir olandır, demek ki Allah mertebesi bir olandır. Bu nedenle bize kendisinden başka ilah olmadığını bilmemizi emretmiş, genel olarak zâta ilişkin bir bilgi vermemiştir. (…) Allah ulûhiyetinde bir olandır, demek ki Allah mertebesi bir olandır. Bize kendisinden başka ilah olmadığını bilmemizi emretmiş, genel olarak zâta ilişkin bir bilgi vermemiştir. Zâtın mutlak birliği akılla bilinir. Fakat varlıkta her yönden bir olan biri varmıdır, yok mudur? Bu hususta durmak gerekir. Kadîm veya hâdis olmak üzere, her şeyin birliği, hiç kuşkusuz akılla öğrenilir ve biraz aklı ve doğru düşüncesi olan kimse bu konuda itirazda bulunmaz. Sonra bu bir (vâhid) hakkında düşünürsün ve hakkında en düşüğünün mertebe birliği olduğu bazı hükümler verirsin. Bir varlık bulunacağı herhangi bir mertebeden yoksun kalamaz. Bu itibarla her şey, ya müessirdir (etkileyen) veya tesire konu olan (müesser-fih) veya her ikisi veya onlardan birisi değildir. Müessir fâillik mahallî iken müesser-fih edilgenlik mahallidir. Varlıkta ancak bir toplam bulunabileceği gibi aklî taksimden de toplam meydana gelir. Bu itibarla tesirde müstakil bir şey yoktur. Çünkü tesiri kabul edenin kendisine tesiri olduğu gibi müessirin de onda bir tesiri vardır. Münfail (edilgin) olan kendisine etki etmeyi talep etmesi bakımından onu talep edici değildir. Böylece talep edilen şey ondan talep ettiği şeyi meydana getirir. Bu ise mümkünün vâcibe ve fâile tesiridir. Çünkü onu fiile zorlamış, o da fail olmuştur. Âyette ‘Bana dua ettiğinde duasına karşılık veririm.’ (el-Bakara 2/186) denilir. Burada istek ve dua icâbetin sebebidir. Bununla birlikte kendinde herhangi bir yeni durum ortaya çıkmaz, çünkü Allah hâdislerin (yeni çıkanların) bulunacağı bir yer değildir.
Burada nispetlerin varlığını ortaya koymuş olduk. Nispetler, şerîat tarafından ‘isimler’ diye ifade edilmiştir. Her ismin kendine mahsus bir manâsı vardır. Hakk’ın zâtına nispet edilen bu manâ kelâmcılara göre sıfat diye isimlendirilirken muhakkiklere göre ‘nispet’ diye isimlendirilir. Bundan dolayı varlıkta her bakımdan bir olan bulunmadığı gibi bütün yönlerde de bir olan bulunur ve bunun böyle olması kaçınılmazdır. Sonra bir ile ahad (mutlak bir) arasındaki nispetin aklî anlamına göre nispetler meydana gelir. Çünkü nispetler birbirlerinden ayrışırlar: İrade nispetiyle kudret nispeti, kelamla hayat ve bilgi nispetleri birbirinden farklıdır. (…) Bütün bunları nispet veya isim veya sıfat kabul edebilirsin. En doğrusu isim olmalarıdır, çünkü şeriat Allah hakkında sıfat veya nispet tabirini kullanmamış, isim tabirini kullanarak şöyle demiştir: ‘En güzel isimler Allah’a aittir.‘ (El-A’raf 7/180) Bu isimler nispetlerden ibarettir. (…) Her şeyin kendine mahsus bir birliği (ahadiyet) vardır ve bu sayede ona bir denilir. Ebu’l- Utahiyye şöyle der: Her şeyde ona ait bir âyet var / O’nun bir olduğunu gösterir (…) Buradan Hakk’ın kendindeki birliğiyle isimlerinin çokluğunun birliği ortaya çıkar. Dolayısıyla varlıktaki her şey, Hakk’ın isim ve zatında bir olduğunu gösterir, bunu bilmelisin! (…)
“Allah kendine tevekkül edip işini havale edeni yarı yolda koymaz.” (s.119)
No Comments