FÎHİ MÂ FÎH’de Altmışbirinci Fasıl’dan alıntılar
“Bazı kimseler muhabbet, mûcib-i hizmettir (hizmet gereğidir) derler. Oysa bu böyle değildir; belki mahbûbun meyli gereken hizmettir. Eğer mahbûb, muhibbin hizmetle meşgûl olmasını isterse, muhib hep hizmet eder; ve eğer mahbûb hizmet istemez ise, muhibbin hizmeti terk etmesi münâfî-i muhabbet (muhabbete aykırı) değildir. Nihâyet eğer o hizmet etmezse, o muhabbet ona hizmet eder; belki asl olan muhabbettir, hizmet ise fer’dir. Eğer, yen hareket ederse, elin hareketindendir; yoksa elin hareketi ile, yenin de hareketi gerekmez. Meselâ bir kimsenin büyük cübbesi vardır; içinde hareket eder; ve cübbenin taharrük etmemesi (oynamaması) câizdir. Yoksa cübbeyi tahrîk eden olmadıkça, cübbe oynamaz. Bazıları cübbeyi bir şahıs sanmışlar ve yeni, el tasavvur eylemişlerdir. Bu el ve ayak, yen ve çizme başka el ve ayaktır. Filân filânın elinin altındadır ve filanın eli bu kadar şeye erişir ve filana söz el verir derler. O el ve ayaktan garaz kat’an bu el ve ayak değildir. Nasıl ki arı balmumunu bal ile toplayıp gitti ise, o emîr geldi ve bizi toplayıp gitti. Zîrâ onun varlığı evvelen şart idi; sonunda bakası şart değildir.
Analarımız, babalarımız o arılar gibidir ki, bir tâlibi matlûba toplayıp, kendileri, ansızın uçarlar. Hak Teâlâ onları, balmumu ile balı toplamağa vasıta kılmıştır. Onlar uçarlar, mum ve balı kalır. Onlar bağın dışına gitmezler. Bu, içinden hârice gitmek mümkün olan bağ değildir. Ancak bağın bir köşesinden bir köşesine giderler. Bizim tenimiz bir büyük kovan gibidir. İçinde mum ve bal ve Hak aşkı vardır. Arılar gibi olan vâlideler ve pederlerimiz gerçi vâsıtadırlar ; ancak terbiyeyi bağbândan (bağ bekçisinden) bulurlar; ve kovanı bağban yapar. Hak Teâlâ o arılara başka bir sûret verdi. Bu işi işledikleri vakit, başka elbiseleri vardı. O âleme gittikleri vakit, oradaki işe uygun elbise giydiler. Zîrâ orada dahi onlardan başka işler husûle gelir. Ancak şahıs, önceki şahsın ‘ayn‘ıdır. (…) Bir kimse bir mevzi’de bir yüzük gâib eyler. Her ne kadar o yüzüğü oradan alsalar, yine mevziin etrâfında dolaşır; yani ben yüzüğü bu mahalde zayi etmişimdir demek olur. Nitekim ta’ziye sâhibi, mezarın etrafını dolaşır ve duygusu olan toprağın etrâfını tavâf eder ve takbîl eyler (öper). Yani o yüzüğü burada zayi ettim d Oysa hiç onu orada bırakırlar mı? Hak Teâlâ hikmet zımnında rûhu, kalıp ile bir iki gün te’lif (uzlaştırma) için, bu kadar san’at yaptı ve kudret ızhâr eyledi. Eğer insan kalıbıyla birlikte bir lahza mezarın içinde otursa dîvâne olmak korkusu vardır. (…) Hiç orada kalır mı? Hak Teâlâ korkutma için onu bir alâmet kıldı; ta ki insanların kalbinde kabir korkusundan ve toprağın zulmetinden bir korku peydâ ola. Nitekim yolda, bir mevzi’de bir kervanı vurduklarında, burası korku makamıdır, diye alâmet olmak üzere, iki üç taşı birbiri üstüne koyarlar. Bu mezarlar da tehlike mahalli için böylece özel bir belirtidir. O korku onlara etki eder; eserin fiilen husûlü gerekmez. Meselâ filan kimse senden korkar, deseler; sana ondan bir fiil sâdır olmaksızın, o kimse hakkında kat’an bir muhabbet görünür olur; ve eğer bunun aksi olarak, filan kimse sana hiç ihtirâm etmez ve sana bir kıymet vermez, deseler; bu soyut söz ile o kimse hakkında bir hiddet peydâ olur.
Bu koşmak korku eseridir. Bütün âlem koşmaktadır. Ancak her birinin koşması kendi hâline uygun bir tarzdadır. Âdeminki başka türlü, bitkininki başka türlü ve rûhunki başka türlüdür. (…) Nitekim bir kimse suya girer ve kimse onun oraya girdiğini görmez. Ansızın başını sudan çıkarınca, onun suya girip, bu halde göründüğü malûm olur.
No Comments