Fîhi Mâ Fîh 48. Fasıl’dan birkaç alıntı

 

“Bir kimse imâmet ediyordu (Tevbe, 9/97) âyet-i kerîmesini (Yani “Bedevîler küfür ve nifâk bakımından daha beterdir”) tilâvet etti. Meğer bedevîlerden bir Arap orada bulunuyormuş. Ona şiddetli bir tokat vurdu. İmam ikinci rekatte (Tevbe 9/99) (Yani “Bedevîlerden öylesi de vardır ki Allah’a ve âhiret günü’ne inanır” âyet-i kerîmesini okuyunca, o Arap “Bir tokat seni ıslah etti” dedi. / Her neyi önümüze çekersek, gayb cânibinden her dem tokat yeriz. O tokat ile bizi ondan teb’îd ederler (uzaklaştırırlar). Yine başka bir şeyi önümüze çekeriz, yine böyle olur. Nitekim “Bizim hasf (ışığı sönmeye) ve kazf’e (atılmaya) tâkatimiz yoktur” ve Kat’-ı evsâl (bedendeki eklemlerin kesilmesi), kat’-ı visâlden (vuslata engel olmadan) daha ehvendir.” denilmiştir. “Hasf” den murâd, dünyaya dalıp, Ehl-i dünyadan olmaktır; ve “ehl-i kazf” den murâd da, evliyâullâhın gönüllerinden çıkmaktır. Nitekim bir kimse yemek yeyip midesi ekşiyince, onu istifrağ eder. Eğer o taâm ekşimeyip istifrağ edilmese idi, âdemin cüz’ü olacak idi. Şimdi… Mürîd dahi şeyhin gönlüne girmek için temelluk (yaltaklanmak) ve hizmet etmek lâzımdır. El-ıyâzü billâh (Allah esirgesin), mürîdden şeyhe hoş gelmeyecek bir şey sâdır olup da, mürşidi onu gönlünden ihrâc ederse, ekl edilip ekşimesi hasebiyle dışarıya çıkarılan âdemî cüz olamayan taâma benzer. Zîrâ o mürîd de, mürûr-ı eyyâm (günlerin geçip gitmesi) ile Şeyh olacak idi; nâ-hoş hareketi sebebiyle gönülden dışarıya atıldı. Şiir/tercüme: “Senin aşkın âlemde münâdîlik edip, nihâyet gönülleri şûr u şerrin (şer gürültüsünün) eline teslim eyledi. Ondan sonra o gönüllerin cümlesini yakıp kül etti ve getirip niyazsızlık yeline verdi.”

“Hâkister (ateş külü) olan gönüllerin zerreleri o niyâzsızlık yeli içinde raks ederler ve na’ra vururlar. Eğer böyle olmasalar idi, bu haberi kim getirir ve her dem bu haberi kim tâzeler idi? Ve eğer gönüllerin kendi hayâtını, o bâd-ı bî-niyâz içinde yaktıklarını ve o bâda karıştığını görmeseler idi, onda yanmağa nasıl bu kadar rağbet ederler idi. Dünya şehevâtı ateşleri içinde yanıp kül olan gönüllerin hiçbir sıyt (iyi olarak anılma) ve revnakını (parlaklığını, güzelliğini) görüp işitiyor musun?) Şiir: tercüme: “İsrâf benim ahlâkımdan olmadığı ma’lûmdur. Rızkım olan şey muhakkak bana vâsıl olacaktır. Rızk için koşup onu aramak beni yorar. Eğer oturursam rızkım zahmetsiz bana gelir.”

“Hâsıl-ı kelâm budur ki, din umûruna (işlerine) meşgûl ol! Tâ ki dünyâ senin arkandan koşsun. Ve bu oturmaktan murâd, din umûru üzerinde oturmaktır.”

“Ben rızk kâidesini muhakkak surette bilmişimdir. Boş yere koşmak ve zaruretsiz meşakkat çekmek benim âdetim değildir. Benim altın ve gümüşe ve taâm ve kisveye ve bâr-ı şehvete (şehvet yüküne) ilişkin olan rızkım oturduğum halde bana gelir. Ben bu rızkın talebinde niçin koşayım? Bunları aramak, bizi rencîde ve âciz ve zelîl kılar; ve eğer sabr edip, bir yerde oturursam, meşakkatsiz ve zilletsiz o bana gelir. Zîrâ rızk dahi bana tâlibdir ve o beni çeker. Mâdemki beni çekebiliyor ve bana geliyor; ben öyle onu cezb edemem ki, arkasından gideyim!”

Yani “Humûmu (hemler, tasalar, kaygılar) hemm-i vâhid kılan kimsenin sâir humûmuna Hak Teâlâ kifâyet eder” buyurmuştur.”


No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked