“Makamlar Ve Hâller”

 

Manevî yoldaki ilk makam ya da başlangıç noktası tövbedir; tövbe, günahlardan uzak durmak, her türlü dünyevî kaygıdan vazgeçmektir. Şairin dediği gibi:

Tövbe bineği, şaşılacak bir binektir; bir solukta aşağılık dünyadan göğe sıçrayıverir.

Zahirî bir olay; âniden dinsel bir anlam içinde algılanan dindışı bir söz; üzerinde, duruma uyan bir cümlenin yazılı olduğu bir kâğıt parçası; Kur’ân kıraatı; bir rüya veya bir velî gibi bir insanla karşılaşma, ruhta tövbe uyandırabilir. İbrahim b. Edhem’in ihtidâsı ile ilgili olarak anlatılan birçok hikâyeden biri çok meşhurdur :

Prens İbrahim, bir gece, Belh’deki sarayının damında garip bir ses işitir. Uşaklar damda buldukları adamı p bu huzuruna getirirler. Adam sarayın damında kaybettiği devesini aradığını söyleyince, böylesi imkânsız bir işe giriştiği için prens tarafından kınanır. Bunun üzerine adam İbrahim’e, lüks içinde ilâhî huzura ve gerçek dinsel hayata erişmeğe çalışmasının, dam üzerinde deve aramak kadar saçma olduğunu söyler. İbrahim tövbe edip sahip olduğu her şeyi terk eder.

‘Dünya’, Allah’a giden yol üzerinde tehlikeli bir tuzak olarak kabul edilmiştir ve özellikle eski zahitlerin zamanında, ancak ihtiyaç duyulunca uğranılan bir abdesthaneye, çürüyen bir cesede ya da gübre yığınına benzetilen bu sefil yeri tanımlamak için sert ve kaba sözler söylenmiştir. “Dünya köpeklerin toplandıkları bir çöplüktür. Dünyadan uzak durmayan kişi de köpeklerden daha aşağı ve bayağı bir mahluktur. Çünkü köpekler çöplükten ihtiyaçlarını temin ettikten sonra uzaklaşırlar. Halbuki dünyaya bağlanan kişi hiçbir şekilde ondan ayrılamaz.” Ne var ki sûfilerin çoğu dünyanın mutlak kötülüğünden çok, geçiciliğinden söz etmişlerdir. Çünkü dünya Allah tarafından yaratılmıştı; ezelî ve ebedî olan Allah’tan başka her şey faniydi. Zâhidin dünyayla ilgili hiçbir kaygısının olmamasının nedeni, Allah’ın mehabeti (azameti) yanında dünyanın tatarcık kanadından başka bir şey olmamasıdır.

Mürid tövbe edip dünyayı terk edince, eski günahları hatırlamasının mı yoksa hatırlamamasının mı gerekli olduğu sorunu ortaya çıkar. Sehl et-Tüsterî, tövbe ettikten sonra bile günahların aslâ unutulmaması gerektiğini savunur; çünkü hatırlama, manevî gurur olasılığına karşı bir çaredir. Ne var ki çağdaşı Cüneyd gerçek tövbeyi “günahların unutulması” olarak tanımlamıştır; ve Cüneyd’in meslekdaşı Rüveym ise tövbeyi “tövbeye tövbe etme”, yani günah ve tövbekârlık düşüncesinin tamâmen yok edilmesi olarak tanımlamıştır; Cüneyd’in bu düşüncesi Hücvirî tarafından şöyle ele alınır: “Tövbekâr, muhib ve âşıktır. Âşık, müşahede hâlindedir. (İlâhî cemâli temâşâ hâli olan) müşahedede, cefâyı (yani işlenmiş günahları ve kötü işleri) hatırlamak cefa olur. (Günahını hatırlayan sâlik) bir süre cefa ile beraber olur. (O halde) vefayı zikretme ve hatırlama vefaya (ve ruh safasına) hicâb olur.”

Sistemleştirme eğilimi taşıyan Hücvîrî, tevbeden, kebâirden ‘tâat’a [itaat] dönüş olarak söz eder; inâbet (tövbe ile Hak yoluna dönme), ‘segâir’ den (küçük günahlardan) mahabbete, tevbe ise nefsten Allah’a dönmektir.

Hücvîrî, mutasavvıfın soyut (tecrid) ehli olmasının gerekip gerekmediği sorunuyla ilgili olarak, zühde eskiden beri önem verme ve ‘helal yeme’ hakkında bir hikâye anlatır; ancak bu menkıbe fazlasıyla abartılmış bir zühdü olduğu kadar bir anlık gafletin ardından gelen cezayı da gösterir. Nefsin talim ve terbiyesi için ana araç bugün de oruç ve uykusuzluktur. Halife Ömer’in “Uykuyu ne yapayım ben? Gündüz uyursam Müslümanları, gece uyursam ruhumu kaybederim” dediği rivayet edilir.

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked