Ahmed Avni Konuk hakkında bilgi ve Fîhi Mâ Fîh’den birkaç alıntı

 

1285/1868 İstanbul doğumlu. İbtidâî mektebini bitirdikten sonra Galata Rüşdiyesi’ne girdi. Buradan Darüşşafaka’ya geçti. On yaşlarında iken önce babasını, sonra annesini kaybetti. Darüşşafaka’dan mezun olduktan sonra cami derslerine devam ederek icazet aldı. Hıfzını ikmâl etti. Bu arada Mevlevî Tarîkatı’na intisab etti. Mürşidi Mesnevîhân Selânikli Es’ad Dede’den (ö.1329/1911) Mesnevî okuyup icâzet aldı. 1890 yılında posta memurluğuna tayin olundu. Bu sıralarda Mekteb-i Hukûk-ı Şâhâne’ye girdi. 1898’de birincilikle mezun oldu. Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi. Posta Umum Müdür Muavinliği ve Hukuk Müşavirliği vazifelerinde bulunup, Mayıs 1933’te emekliye ayrıldı. Zekâi Dede’den musikî dersleri aldı. Nota bilmemekle beraber iyi bir hânende ve bestekâr idi. Eserleri bütün incelikleriyle hafızasında tutardı. Dilkeşîde ve Bend-i Hisâr isimli makamları tertip etti. 119 makam ihtiva eden Kâr-ı Nâtık-ı, Türk musikîsinde en geniş bir örnektir. Üç mevlevî âyini bestelemiştir. Klasik Türk musikîsi güftelerini toplayan Hânende adlı geniş bir kitabını 28 yaşında yayınlamıştır. Tasavvufî eserleri arasında Mesnevî-i Şerîf Şerhi, Fîhi Mâ Fîh Tercemesi, Fusûsü’l-Hikem Terceme ve Şerhi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Terceme ve Şerhi evvel emirde (her şeyden önce) zikredilmelidir. 20 Mart 1938’de vefat etmiştir. Kabri Merkez Efendi Kabristanı’ndadır.

“Hz. Mevlânâ Kur’ân-ı Kerîm’deki meâlen “De ki: Rabbimin kelimeleri için deryâ mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabb’imin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenir” (Kehf, 18/109) âyet-i kerîmesini delîl göstererek, kelimetullâhın tükenmeyeceğini; halbuki elli dirhem mürekep ile Kur’ân-ı Kerîm yazmanın mümkün olacağını ifade ederek, sûret bir ve sınırlı olmakla berâber, ma’nânın sonsuz olduğunu söylüyor. (…) Kerâmet odur ki, seni süflî hâlden ulvî hâle getirir. Oradan buraya ve cehilden akla ve cemâdlıktan (taş gibi katı olmaktan) hayâta gelirsin. Nitekim ilk olarak (evvelen) toprak idin. Seni nebât (bitki) âlemine getirdi ve oradan sefer ettin alaka (pıhtılaşmış kan) vemudga (bir parça et) âlemine geldin; ondan sonra hayvânî âleme ve oradan da insânî âleme sefer ettin. Kerâmetler, Hak Teâlâ’nın sana böyle bir seferi yakın kılmasıdır. Bu geldiğin yollarda ve menzillerde geleceğin ve hangi yoldan varacağın / yetişeceğin hiç hâtırında ve vehmi de yok idi. Vaktâki geldin ve seni getirdiler; şimdi âşikâre olarak geldiğini görüyorsun. İşte seni böyle başkaca türlü türlü yüz âleme getireceklerdir. İnkâr edici olma ve ondan haber verirlerse, kabûl et!

Hz. Ömer (r.a.)ın huzûruna hediye olarak zehir ile dolu bir kâse getirdiler. “Bu neye yarar ? ” buyurdu. Cevâben : “Bu ona yarar ki bir kimsenin açıkça öldürülmesi uygun görülmezse, bundan ona biraz verildiğinde gizlice ölür; ve eğer kılıç ile öldürülemeyecek bir düşman olursa, bundan gizlice bir parça verip öldürürler” diye cevap verdiler. Hz. Ömer “çok iyi bir şey getirdin; bende bir büyük düşman vardır ki, ona kılıç yetişmez ve âlemde bana ondan ziyade düşmanlık eden kimse yoktur. Onu bana verin ki, o zehri içireyim” buyurdular. Bir zerresinin yeterli olduğu ifade edilince, Hz. Ömer “Bunun düşmanlığı da bir kimse kadar değildir; düşmanlığı bin adamlık kadardır ve yüzbin kimseyi tepe taklak etmiştir” buyurdu. Ve derhal o zehri alıp cümlesini birden içti. Orada bulunan gürûh “Dinin haktır” deyip hepsi Müslüman oldular. Ömer (r.a.) buyurdu: “İşte hepiniz müslüman oldunuz ve bu kâfir hâlâ müslüman olmadı.” Şimdi… Hz. Ömer’in bu îmândan garazı (kastı) îmân-ı âmm (genelin îmânı) değildi. Onda o îmân ve ondan fazlası ve belki sıddîkların îmânı var idi. Fakat onun kastı, enbiyânın ve havâssın îmânı ve ayne’l-yakîn idi ve onu umardı.

Nitekim bir arslan’ın şöhreti etrâfa şâyi’ olmuş idi. Herkes berây-ı taaccüb (şaşma ve kastıyla) uzak mesâfelerden o ormana giderler ve o arslanı görmek için bir sene yol meşakkatini göze alırlar ve menziller kat ederlerdi. Vaktâki o ormana gittiler ve arslanı uzaktan görüp durup beklediler ve bir adım ileri atamadılar. O kimselere dediler ki: “Nihâyet siz bu Arslan’ın aşkı ile bu kadar yol teptiniz; halbuki bu arslan’ın bir hâssiyyeti (özelliği) vardır ki, her kim onun huzûrunda cesûr olur ve aşk ile elini ona sürerse, o kimseye hiç zarar gelmez. Eğer bir kimse ondan korkarsa, bu arslan ona gazab eder. Ve belki bazılarına da, bu benim hakkımda ettiğin sû’-i zandır, diye kasd eyler.” Şimdi bu böyle bir şeydir. “Bir sene yollar teptiniz ve işte arslana yakın oldunuz. Bu tevakkuf (bekleme) nedir? Adımınızı ileri atınız.” Kimse bir adım ileri atmağa cesâret edemeyip cevâben dediler ki: “O attığımız adımların cümlesi kolay idi. Adım, Arslan’ın gözü önünde atılan adımdır.” O adım nâdirdir; hâslardan ve mukarreblerden (yakınlardan) gayrisinin işi değildir ve asıl adım budur. Bâkîsi adımın izleridir. Bu îmân, külliyyen canlarından geçmiş olan enbiyâdan gayrisine nasîb olmaz.

(…) Muhakkak hayâl bu âlemdir. Zîrâ o ma’nâlar bunun gibi yüz âlem peydâ eyler ve çürütüp harâb eder ve i’dâm eyleyip, tekrâr yeni âlem peydâ kılar. O ise eskimez; yenilikten ve eskilikten münezzehdir; ve onun fer’leri (dalları), eskilik ve yenilik ile sıfatlanmışlardır ve bunların muhdis ve mübdi’i (meydana getireni ve benzersiz ve en güzel şekilde vücûda getireni) olan O, her ikisinden münezzehtir ve her ikisinin ötesindedir. Ârif olan adamlar, mimar olmayan ve o hâle vukufu bulunmayan böyle bir kimseye, bu senin hayâlindir, derler.”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked