“Allah semâlar ve arzın nûrudur” (Nûr, 24/35)
Kaşânî başlıktaki âyetin tefsîrinde şöyle demektedir: ” Nûr kendi zâtıyla zâhir ve eşyâ (şeyler) kendisiyle zâhir olandır. Nûr ilâhî isimlerden, zuhûrunun şiddeti ve eşyânın kendisi ile zuhûr etmesi bakımından mutlak bir isimdir. (…) Allah varlığıyla bulunduğu ve zuhûruyla zâhir olduğu için, semâlar ve arzın nûrudur. Yâni ruhların semâlarını ve cesedlerin arzını ızhar edendir. Bu nûr ‘mutlak varlık‘dır ki, mevcut varlıklardan vücud bulan her şey O’nunla aydınlanıp varlık bulmuştur. İ. Hakkı Bursevî de aynı âyetin tefsîrinde şunları söylemektedir: “… Allah Teâlâ’ya nûr denilmesi mecâzî değil, hakîkîdir. Burada Nûr ‘Münevvir‘, yâni nurlandırıcı manâsındadır. Zîrâ Allah Teâlâ madûm (yok) olan ‘mâhiyet‘leri varlık nurlarıyla nurlandıran Nûr’dur. Onları adem (yokluk) gizliliğinden feyzi cûduyle (cömertlik feyziyle) zuhûra çıkarmıştır. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ‘Allah halkı zulmette halk etmiştir. Sonra onların üzerine nûrundan serpmiştir.‘ Burada ‘halk etmek‘ ‘takdîr‘ manâsındadır. Zîrâ takdîr ‘îcâd‘dan, yâni varlığın ifâza edilmesinden (feyizlendirilmesinden) kinâyedir. Mümkin ‘zulmet‘ ile vasıflanmıştır. Çünkü ‘varlık‘la münevver olur (aydınlanır). Onun nurlandırılması ise onu zuhûra çıkarmak demektir. Yine İ.H. Bursevî şöyle demektedir: Allah Teâlâ ruhlar semâsının ve cesedlerin nûrudur. Zîrâ Hakk’ın nûru ‘mutlak nûr‘dur; hakikatte bir yön ile kayıdlanmış değildir. Onun için cisimler, ruhlar, mülk, zâhir ve bâtın melekûtunu şâmil (kuşatıcı) olmuştur. Âfâk âlemindeki güneş ve ay zikr olunan mutlak nûra misâl olmakla semâlar ve arza ışık göndermişler ve nûrla bütün yönleri doldurmuşlardır.
Kâşânî ve İ. H. Bursevî’nin yukarıda andığımız bu açıklamaları, İbnü’l-Arabî’nin birinci manâda kullandığı nûr ile ilgilidir. İkinci manâ ise ilkinin genişletilmesinden, ızhâr ve idrâk arasındaki manâ yakınlığından ileri gelmektedir diyebiliriz.
a. Vücûdun birliği ve çokluk âlemi İbnü’l-Arabî Fusûsu’l-Hikem‘de ‘Mümkin varlıkların ‘ayn’ları ışıklı değildir., çünkü onlar yok hükmündedir. Bunlar her ne kadar ‘sübût‘ ile vasıflanmışlarsa da ‘vücûd‘ (varlık) ile ilgileri yoktur. Çünkü vücûd ‘nûr‘ dur diyerek âlemdeki varlıkların ‘ayn‘larının, yani hakikatlerinin, önce ‘a’yân-ı sâbite‘ âleminde ‘varlık kokusu koklamaksızın‘ sübût bulduklarını, sonra bu şehâdet âleminde menşe’leri olan ‘sübût‘un sonucu olarak rûhlar ve misâl âlemlerini geçerek mümkin varlıkların ‘cisim’leri sûretinde zâhir olduğunu ifade etmektedir. Zîrâ bir ‘Nûr‘dan ibâret olan Hakk’ın varlığı bu varlıklarda yoktur. Eşyâ(şeyler) ancak bu ‘nûr‘ vâsıtasıyla zuhûra çıkabilmişlerdir. (…)”
No Comments