“Allah’ın Kelimeleri Tükenmez”

 

FÎHİ MÂ FÎH Yetmiş Üçüncü Fasıldan alıntılar oluşturacak bu yazıyı.

“Yâ Rab, tezyîd et, tenkîs etme!” (Artır, eksiltme!)

“Allâh’ı ârif olanın lisânı kelîl olur.” (Kelîl: zayıf)

“Ma’nânın kuvvetlendiği her yerde sûret zayıf olur.”

“Merhamet zamanında duâyı ganîmet biliniz.”

“İyi amel ve harekette bulunanlar”ı herkes kendi ameliyle yorumlamıştır; peygamber’in amelini tefsîr / hani “Onların rab’leri katında ecirleri, müâfatları vardır.” Herkes kendi vehminde musavver (sûret verilmiş) olan ecri tefsîr etmiştir; garaz-ı ecr-i Mustafavî nerede? (Mustafâ’yla ilgili ecrin maksadı nerede?) Bütün âlem şiirler okurlar; ‘can’ ve ‘dost’ derler ve âşıklardır. Ancak her bir âşığın şerefi, ma’şûkunun şerefi kadar olur. Tercüme: “İnsanlar kısım kısım olup, türlü türlü âşıkdırlar. Onların eşrefi (en şereflisi) ma’şûku kendisine fazlasıyla meşakkat verendir.”

Sivrisinekten file varıncaya kadar, her birisinin bir matlûbu ( istenileni) ve ma’şûku (âşık olunanı) vardır. Necâset kelb ve yırtıcının matlûb ve gıdâsıdır.Enbiyâ ve evliyânın şerefi, şeref için matlûbdur. Aşksız hayat muhâldir. Nitekim İslâm’ın Sadrı (Başı) buyurdu ki: “her kim ben âşık değilim ve bir şeyi sevmem derse; kalkıp onun burnunu kesiniz ve gözünü çıkarınız; eğer bağırırsa, deyiniz ki: Bizim ma’şûkdan murâdımız, iftirâkı (ayrılması) , feryâda sebeb olan şeydir.” İşte anbardan bir avuç ve kitaptan bir yaprak yeterlidir. Bâkîsi bu kıyâs üzeredir. İbrâhîm, 14/7 kerîm âyeti meâlen: “Şükrederseniz elbette ni’metinizi artırırım.” Ya’nî “Eğer sizde iştiha görürsek, tezyîd ederiz.” Zîrâ bu ni’metin şükrü, iştihadan gayri değildir. O hizmet, iştihâ izhârıdır (zuhura çıkarmadır); yoksa iştihanın gayrı değildir. İştihâ kuvveti olmaksızın ni’metin fazlalığı melâl (usanç) verir. Cümleyi nakd-i ceyyid (iyi akçe, kalp olmayan para) görmek lâzımdır. Nihâyet ben miskîn, cümleden hâricim, kimseden âriyet (ödünç) kabûl etmemişimdir; gönlümün söyle dediğini söylemişimdir.

Hak (celle celâluhû) Hazretleri ale’l-ıtlâk (mutlak sûrette) mütekellimdir (konuşandır) ve ezelden ebede kadar, lâ-yenkatı’ bî-harf ü savt (harfsiz ve sessiz) konuşur.

Garazımızı (kastımızı) bir biz biliriz, bir de o bendemiz bilir. (…) Söz ve sözün ma’nâsı garazımıza perde olmak için, meselâ bir bendemizi (kulumuzu, kölemizi) bir gizli hizmet ile gönderir ve zâhiren ona başka emirler veririz. Şimdi… o şairin şiiri, diğer mülûk ve selâtîn (melikler, sultanlar) üzerine tafdîl etmek (üstün tutma) ve meleğe ve feleğe teşbîh eylemek sûretleriyle, bizim ta’zîm ve tefhıymimize (yüceltmemize) dair olan bir şeydir; fakat o şâirin garazı (kastı),hil’at, libâs ve maâş ve kurbettir (yakınlıktır).

Bu onsekiz bin âlem içinde bu tâifeden daha garîb hiçbir kimse yoktur; ve Mustafâ (s.a.v.) Efendimizin garibliği, bu gariblikten idi ve bu da öyle, onun yetimliği bu tür yetimliktendi; Abdülmuttalib’in vefatıyla değildi. ve Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle garîb olmadı, belki onun garîbliği hem-şehrî ve hem-zebân (aynı dil) bulmaması idi. İmdi o garîblerin hiçbirisi hakkında garîb-neva’azlığa (garîbi teselliye) tama’ etmemek lâzımdır. Belki onların, bütün garîbân-ı âlemin üstünde bir nâz mahallî olup “Biz ulvî âlemin garîbiyiz; siz ise âleme mensûbsunuz” derler. Eğer fârisî söyleseler fârisî söyleyenler anlamaz; ve eğer arab evlâdından olup, arabça tekellüm etseler, sâir arablar anlamaz. Yalnız vâhim kuvvede mutasavver olan mâ’nânın zâhirini fehm eylerler; fakat garazları bilinmez. Zîrâ ma’nâyı anlamak başka, garazı anlamak başkadır. Nitekim bir Arab şâiri bir Türk pâdişahının huzûruna onun medhi hakkında bir şiir getirdi; ve taht önünde okumak için izin istedi; izin verildi. Padişah beytin tahsîn olunacak (güzelleştirilecek) her bir yerinde başını sallardı. Vezirler ve dîvân ashâbı “Bu padişah arabî bilirmiymiş? Bu kadar vakitten beri bizi haberdâr etmedi. Acaba pâdişâh bu dili biliyor mu? Ve bu yekdiğerimizle dîvanda arabî tekellüm ettiğimiz vakit, kelâmları farklılıkla söylemiş olup olmadığımızı imtihan mı etmiştir?” diye kuşkuya düştüler. Nihâyet bir gün pâdişah av avlamış, pek mesrûr olmuştu. Fırsat buldular. Zîrâ seyyid-i kâinât ve şem’-i arz u semâvât Efendimiz “Merhamet zamânında duâ ganîmet biliniz” hadîs-i şerîfinde münâcaat vaktinden nişan vermiştir. Ümerâ-i devletten cür’etkâr olan ve pâdişâhın teveccüh mazharı bulunan birisi öne geçip dedi: “Ey pâdişâh-ı âlem bizim bir müşkilimiz vardır.”

Pâdişah: Söyle! Vezîr: âlem Şâhı arabî dilini bilir mi? Pâdişah: Hayır. Vezîr: Şu halde o gün o şairin şâhâne divanında beyân eylediği garib ve müşkil olan arabî lügatın ma’nâsını size hîle ile mi tefhîm (yüceltme) ettiler? Zîrâ siz her bir şah beytin hitâmında “İyi söylemişsin!” diye beğenerek başınızı sallardınız.

Padişah o kadar güldü ki, bundan dolayı, arkası üstüne yıkıldı. Padişah kahkahadan fâriğ (boş) kalınca dedi: Siz bilmez misiniz ki, ma’nâ ve kelâm tercümanı başka bir şeydir ve garaz ise yine başka bir şeydir. Garazımızı bir biz biliriz, bir de o bendemiz bilir. (…) Şimdi… O şairin şiiri, bizim ta’zîm ve tefhîmimize dâir olan bir şeydir; fakat o şâirin garazı hil’at ve libâs ve maâş ve kurbetdir. İşte ben o garazı anladım ve kabûl ettim. Sana da verelim, gönlünü hoş tut, diye başımı salladım.

Kur’ânı çok tefsîr etmişlerdir. Ancak az kimseler, Kur’ân’ın garazını tefsir eylemişlerdir. Ya’nî “İman edenler”o herkes “imân” ile tefsîr etmişlerdir. Halbuki Cenâb-ı Mustafâ (s.a.v.)’in îmânı ve onun garazı mahfîdir. Ya’nî “İyi amel ve harekette bulunanlar”ı herkes kendi ameliyle tefsîr etmiştir; Peygamber’in amelini tefsîr / hani? “Onların Rab’leri katında ecirleri, mükâfatları vardır.” Herkes kendi vehminde musavver olan ecri tefsîr etmiştir; garaz-ı ecr-i Mustafavî nerede? Bütün âlem eş’âr okurlar; ‘can’ ve ‘dost’derler ve âşıklardır. Ancak her bir âşığın şerefi, ma’şukunun şerefi kadar olur. Tercüme: “Aksâm-ı nâs, türlü türlü âşıkdırlar. Onların eşrefi (en şereflisi), ma’şûku kendisine ziyâde meşakkat verendir.”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked