admin Posts

“Susan talihsizdir” bahsi hakkında…

 

Şöyle demiştir: “Susmak âcizlikten meydana gelir; her kim âciz kalırsa, hakîkati üzere bulunmuş demektir. Kim kendi hakîkati üzerinde bulunursa, var olanı bilir. O’nun idrak mahallinin değeri bilgiye bağlıdır, çünkü ancak bilgiyle tasarrufta bulunur. Bilginin yönlendirdiği kimse asl’a benzemiş olduğu için mutludur ki, bu da ‘ahlâklanmak’ demektir. Şöyle demiştir: ‘Allah Hz. İbrahim’in diliyle Nemrut’a ‘Güneşi batıdan getir’ demiş , kâfirin dili tutulmuştur. (el-Bakara 2/258) diye söyletmiştir. Kasdedilen birinci meselededir. Dili tutulduktan sonra ise kâfir değildir; çünkü hakîkatı öğrenmiştir. ‘ Allah kâfir bir kavme hidâyet etmez.’ (el-Bakara 2/264) Yani kendilerini perdelemiş ve örtmüşler gerçeği açıklamaz; gerçeği açıklamakla bilgisizlik perdeleri kalkar. Örtüler kalktığında, gerçek kendinde bulunduğu hâl üzere tezâhür eder. Böylece bilgiyi vermiş, tecellîsinden önce gerçeğin gizli kaldığı kişi susmuş, telaffuz etmese bile, içinde bir iman meydana gelmiştir ki böyle olması kaçınılmazdır. Onu nasıl telaffuz edebilir ki? Kuşkusuz ki hisle idrak ettiği bir şeyden bu kez habersiz hâle gelmiştir.’

“Çiçekler bakanlara aittir” bahsi

 

En üstün ve düzgün ayna Hz. Peygamber’in aynasıdır. Allah onun aynasına olabilecek en mükemmel sûrette tecellî etmiştir. Sen de Hz. Muhammed’in aynasına tecellî eden Hakk’ı görmeğe çalış ki belki o tecellî senin aynana da yansır; O’nu Muhammed’in gözüyle ve Muhammedî sûrette görebilirsin. O’nu kendi sûretinde görme! Bir adam “Ben Allah’ı gördüm, bu görmek Ebû Yezid’i görmemi anlamsız kıldı” dediğinde, diğeri şöyle demiştir: “Ebû Yezid’i bir kere görmek Allah’ı bin kere görmekten hayırlıdır.” Müstağnîlikten söz eden adam Ebû Yezid’i gördüğünde ölmüş. O’nun durumu Ebû Yezid’e bildirilince şöyle demiştir: “Allah ona kendi ölçüsünce tecellî eder. Bizi gördüğünde Hak ona bize göre tecellî etmiş, buna güç yetirememiş, hemen ölmüştür.” Bu hikâye meşhurdur ve bu durum işaret ettiğimizin aynıdır.”

Bunlardan birisi de “Çiçekler bakanlara aittir” bahsidir :

Yeryüzünün çiçeği bir fitne / Yeryüzü ahalisini hükümleri kuşatır/ Onu idrak etmek de fitne / İdrak edilen O’nun alâmeti

Şöyle demiştir: “Gözlerin en güzel nimeti bahçedeki çiçeklerdir. Âyette “Yeryüzünün çiçeği bir fitne / Yeryüzü ahalisini hükümleri kuşatır / Onu idrak etmek de fitne / İdrak edilen O’nun alameti ”

Şöyle demiştir: “Gözlerin en güzel nimeti bahçedeki çiçeklerdir. Ayette “Yeryüzündeki her şeyi onun süsü yaptık .” denilir. (el- Kehf 18/7) Yeryüzündeki en güzel zînet ve süs Allah adamlarıdır (ricalullah). Sen de kendilerinden olabilmek üzere, Allah adamlarını klavuz edinmelisin. Arz/ toprak olduğun sürece, çiçeklerin zînetinin bulunduğu bir mahalsin. Onlar maksadı teşkil eden meyvenin delilleridir ve bu sayede hayat ona yayılır. Meyve hayvânî ve duyusal besin demektir. Arz oluşun kendi makamında ve yerinde bulunurken, bir de gök haline gelirsen, bu durum kemâl demektir. Allah adamlarının bir kısmı kendi arzının varlığını ifna (yok) eder. Bu durum “Yeryüzünün üzerindeki herkes fanidir” (er-Rahmân 55/26) âyetinde belirtilir. Böylelikle ârif insan yeryüzünün zâhirinden / sırtından batnına / bâtınına ve içine intikal eder, yoksa ondan tamâmen uzaklaşmaz. Aksine onun anlamını hakka’l-yakîn bir şekilde idrak eder. Zâten de böyle olmalıdır. Bir gök hâline geldiğinde ise bu kez nurların, yani yıldızların ışıklarının çiçeklerinin bulunduğu mahal olursun. Onlar bilgi hayatı anlamındaki manevî hayatı gösteren şeylerdir.”

Bunlardan birisi de “Bazen fitne gizlenmedir” bahsidir:

Korunmuş kişi kendi fitnesinde gizlenir / Onu koruyan cennetinde saklar / Düşman okları sakınır ondan / Ârif de cennette böyledir

Şöyle demiştir: “Hiç kuşkusuz fitne cennet, yani örtü demektir. Fitne bulunduğunda zatının kendisine döneceği işten ve şeyden seni perdeler / örter. Çünkü fitne vaktinde senden neyin geleceği hususunda Hakk’ın gözü sana yönelmiştir. Nefsine tam hâkim oluncaya kadar, imtihan etme ve sınama! Güçlerini kendine ait kılıp işin kendinde bulunduğu durum ile arana perde çekme ki, bu fitnenin senden çıkardığı şeyi görebilesin. Bir insan böyle bir açmazdan kurtulmak isterse, fitneden önce üzerinde bulunduğu asla bakmalıdır. Allah seni o asla çevirmiştir. Bu durum “İnsan daha önce bir şey değilken kendisini yarattığımızı hatırlamaz mı?” (Meryem , 19/67 ) âyetinde belirtilir. Allah’ın karşısındaki hâline bakmalısın! Hak karşısında bulunurken var olan bir şey değilsin. Varlık şeyliğinde de O’nun karşısında bu hükümde bulunmalısın. Buna sadece ilâhî hitâbın gerektirdiği şeyleri ekleyebilirsin; öyleyse hitabın sınırında dur.”

Bunlardan birisi de “Hıyanete hainlik eden emanete de hainlik eder” bahsidir.

Ey izzetinde perdelenmiş olan! Hâin kişiye kisvesinden bakma / Sırrın tuzağı onun yaratılışında / İzzeti hakkında bir hâinlik

Şöyle demiştir: “Bu sır Allah ehli olan temyiz ve muhasebe ehlinin gâfil kaldığı bir sır iken bu makama ulaşmayan Allah ehlinin durumu ne olabilir ki? Şöyle ki, hâinliğe ancak emaneti yerine getirmekle hıyanet edebilirsin. Başka bir ifadeyle emâneti ehline verirken -hâin olmadığını zannederken- hâin olursun. Çünkü hâinlik de kendi hükmünü senden talep eder ve onun hükmü herkese işler. Kur’an’ın ifadesine göre, insan hiç kuşkusuz emânetin taşıyıcısıdır. Onu yerine getirirse hâinliğe hâinlik ederken, yerine getirmezse emânete hâinlik etmiş olur. Hâinlik bir emânettir, sen de onu ehline ulaştır, gerçek bir ehli varsa o emânetten kurtul; ehli yoksa emânet değildir. Bilmelisin ki, bu işten kurtulmak Hakk’ı müşshede etmekle mümkündür. Yani O’nun senin duyman, görmen ve diğer bütün güçlerin olduğunu müşahede etmen lâzımdır. Bu durumda verilecek bir emanet yoktur. Çünkü sen bütün olursun. Demek ki hainlik olmadığı gibi hainlik edilecek veya emânetin verileceği biri de yoktur.” Bunlardan birisi de “Uzaklaşmak, uzaklaşmaktır” bahsidir : Uzaklaşmağa meyleden kimsenin düsturu ihsandır / Bize meyleden bizim kıymetimiz / Nereye dönersen O’na bak / Korkuyla ve sevgiyle O’nu bulursun

Şöyle demiştir: “Konuşanlar arasında uzlaşmayla tespit edilmiş lafızlardaki farklılık nedeniyle hükümler değişmiş, farklılaşmıştır. Bununla birlikte anlam bir iken fâil tek değildir. Haksızlık meyil olduğu kadar adâlet de meyil demektir. Bâtıla meyletmek zulüm iken Hakk’a yönelmek adâlettir. Fakat her ikisi de meyildir. Öte yandan hanif dini Hakk’a yönelmek demekken zulüm de Hakk’ın olmayışına yönelmektir. Meyil olması itibariyle her ikisi de birdir, aralarındaki tek fark yoldur. Bu nedenle Allah ‘ iki yol’ tabirini kullanmıştır. Bunlardan her birisi bir meyil olunca haksızlık ve zulüm şeytana yönelmek olmuştur. Aynı şey adâlet, eğrilik ve uzaklaşmak gibi kelimelerle de geçerlidir. Her meyil şeytana yönelmektir. Bilindiği gibi bâtıl yokluktur ve o yokluk varlığın mukabilidir. O halde Hak ile didişen ve çekişen sadece bâtıldır. Fakat ilahî gayret bunu ikrar etmemiş (bildirmemiş) hüküm vererek şöyle buyurmuştur: “Bütün iş O’na döner (Hud, 11/123) Burada Allah bâtıla meyli kendisine döndürmüş, meyli bâtıldan alarak onu Hakk’a çevirmiştir.” Bunlardan birisi de “Güneşin batışında nefsin ölümü vardır” bahsidir: Güneşin batışı nefsin ölümüdür / Toprağa girmiş ışığa bakınız / O ruh Allah’ın bizdeki rûhudur / Üfleme esnâsında geri dönmeğe başlar / Kendisinden çıktığı ecele doğru döner / Dönerken ve giderken acele eder

Şöyle demiştir: “Nefs tıpkı güneş gibi Allah’a izafe edilen ruhtan üfleme yoluyla doğar ve bedende batar. Böylece havayı karartır ve şöyle denilir: “Gece geldi, gün döndü.” Nefsin ölümü onun bedende bulunmasıyken bedenin hayatı nefsin onda bulunmasıdır. O güneşin battığı yerden doğması kaçınılmazdır. O gün “Kişiye imanı fayda vermez …’ (el- En’am 6/158)

Metafizik ve Gayb

 

Prof. Dr. Ömer Türker’in 2 aylık düşünce dergisi Temmuz 2022 / sayı 04, s. 54-61 arasında bu başlık altında çıkmış yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Metafiziğe yönelik eleştirilerin ve kuşkucu yaklaşımların bir kısmı, metafizik kapsamına giren ve duyular tarafından idrak edilemeyen bir kısım meselelerin insan aklı için de gaybî olduğu ve aklın başka bir bilgi aracına yahut başka türden bir idrakle desteklemeye ihtiyaç duyduğu mülahazasından kaynaklanır. Bu mülahazayı belirginleştirmek için metafiziğin bir disiplin olarak kapsamını kısaca özetleyelim.

Metafizik üç temel kısımdan oluşur. Birincisi, umûr-ı âmme veya ontoloji olarak adlandırılan varlığın genel durumlarının ele alındığı kısımdır. Varlık, yokluk, imkân, zorunluluk, imkânsızlık, tümellik, tikellik, illiyet gibi meseleler bu kısımda ele alınır. Bu kısım, metafiziğin kapsamına giren tüm nesnelerle yani mevcutların tamamıyla ilgili olup esas itibariyle insan aklına çeşitli yollardan gelen veriler üzerinde tefekkür edilmesiyle inşa edilir. Diğer deyişle bu kısımda, mantıksal tahliller yoğun olarak görülür. Zira algılar zorunluluğu, imkânsızlığı, tümelliği, tikelliği veya nedenliği vermez. (…) Bu anlamda bir şeyin zorunluluğu, imkânı, sebep ve sonuç oluşu; görülmez, işitilmez, tadılmaz, koklanmaz, dokunulmaz yahut bunlara benzer şekilde hayalin idrakine konu olamaz. Umûr-ı amme kapsamına giren meseleler, belirli bir nesne olarak algıya konu olmadığından safa nazarî olarak idrak edilirler. Fakat aşağıda belirtileceği üzere Meşşâî filozofların kullandığı anlamda nefsin veya aklın idrakine konu olan verilerin duyu araçlarının getirdikleriyle sınırlı olup olmadığı tartışması ontoloji tartışmalarını etkiler. Metafiziğin ikinci kısmı, fizik ve matematik bilimlerin ilkelerinin temellendirildiği kısımdır. Aslında ilkeler, metafiziğin amme işleri meselelerinin altında yeri geldikçe açıklandığından herhangi bir metafizik kitabında müstakil bir bölüm olarak yer almaz. Bu sebeple ilkelerin açıklanması, metafiziğin bir işlevi olarak da değerlendirilebilir. Bu kısım felsefî metafizik , kelâm ve tasavvuf gibi küllî olma iddiasındaki disiplinlerin bulunduğu ilimler mecmuasına göre farklılık gösterebilir.

Metafiziğin üçüncü kısmı, Tanrı’nın zâtı, sıfatları, âlemle ilişkisi ve ayrık (ruhanî, aklî) mevcutların incelendiği teoloji veya ilm-i ilâhî olarak adlandırılan bölümüdür. Klasik dönemde tüm felsefî ve dinî ilimlerin maksadı tam olarak bu kısımda gerçekleşir. Zira insanın bilme çabalarının bütününün nihai amacı, Tanrı’yı bilmektir. Bu kısımda araştırmanın konusu zorunluluk , imkân ve imkânsızlık gibi şeylerin aklen kavranabilen özellikleri değil, dış dünyada var olan gerçek nesnelerdir. İşte metafizik ile gaybın karıştığı en önemli meseleler bu alanda ortaya çıkar. Temel sorun şudur: Tanrı, ayrık akıllar ve nefsler – bu sıralamaya melekler de eklenebilir- filozofların dediği gibi fizik ve matematik varlık seviyesi kavrandıktan sonra kendilerine istidlalle intikal edebileceğimiz saf nazarî varlıklar mıdır? Acaba aklın bu varlıklar hakkında tefekkürüne veri oluşturacak bir müşahede imkânı var mıdır? Bu soruları daha iyi kavrayabilmek için bir örnek üzerinden gidilebilir. Metafiziğin en değerli hükmü, “Tanrı vardır” cümlesinde dile gelir. Pekâlâ, Tanrı’nın varlığını bilen kimdir? Biz Tanrı’nın varlığını var olduğunu gözlediğimiz şeylerin imkân veya hudûsunu (sonradan meydana gelişini) tahlil ederek mi kavrıyoruz? Böyleyse fizik ve matematik varlık seviyesinde yaptığımız araştırmalardan, cisimler ve cisimlerin hallerinin cisim olmayan ilkelerinin bulunduğu sonucuna ulaşırız, oradan da kendinde zorunlu ve kadîm bir ilkeye varırız. Bu akıl yürütme sürecinde çizimlere dair incelemeler, belirli bir cisme özgü olmaksızın yapılır ve tüm cisimleri kuşatan sonuçlar verir.

Varlık ve İnsan

 

Prof. Dr. İbrahim KALIN’ ın BARBAR- MODERN- MEDENÎ / MEDENİYET ÜZERİNE NOTLAR Kitabının Varlık ve İnsan başlıklı bölümünün birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Büyük âlem” (makrokozmos) ile “küçük âlem” (mikrokozmos ) arasındaki bütünleyicilik ilişkisi, varlık âleminin tek bir bütün olduğu fikriyle örtüşür. Farabî, âlemin “tek bir şahıs” olduğunu söylerken bu noktanın altını çizer ve âlemdeki düzenin bağlı olduğu kurallar ile Erdemli şehrin izlemesi gereken ilkeler arasında açık bir “tenasüb”ün bulunduğunu söyler (dipnot: Ebû Nasr el-Farabî, Kitabu’l-mille ve nusûs uhrâ, ed. Muhsin Mehdi, (Beyrut: Daru’l-Meşrik, 1991; 2. Baskı), s. 65-66.) Varlığın izhar ettiği bütünlük ile erdemli şehrin temsil ettiği siyasî düzen, evrensel düzen fikrinin temel unsurlarından biridir. Molla Sadrâ, Farabî’nin bu evren anlayışını bir adım ileri götürür ve “Varlığın evi (dâru’l-vücûd ) tektir ve âlemin tamâmı yaşayan tek bir varlıktır.” der. (Sadrâ, Esfâr, c. V, s. 342.) Varlık evinde bulunan bütün nesneler, diğer varlıklarla irtibat halindedir. Varlığı ancak bu şekilde kavradığımız zaman “insanın ufku” ile “varlığın ufku” kesişir ve insan bir varlık mertebesinden diğerine geçer. (dipnot: Sadrâ, Esfâr , c. V. s. 348.) En düşüğünden en yükseğine bütün varlık âlemi “tek bir râbıta” ile birbirine bağlıdır. Âlemin tekliğini ve bütünlüğünü bu şekilde ortaya koyan Sadrâ, insanın varlık evinde neden mümtâz bir yere sahip olduğunu ve meleklerin ona neden secde ettiğini şöyle açıklar:

Bütün âlem, yaşayan tek bir varlıktır (hayevân vâhid), hattâ tek bir nefs gibidir. (…) İnsan son varlıktır ve tabiat âlemi onunla hitâma erer. Süflî ve ulvî âlemin bütün hakîkatleri onda toplanmıştır. İnsan, âlemin bütün hakîkatlerine, Hakk’ın isim ve sıfatlarının hakîkatlerini eklemiştir. İnsanın tabiat âlemindeki küçük hilâfetinden sonra büyük âlemdeki büyük hilâfeti, bu isimler ve sıfatlar sâyesinde mümkün olmuştur. Bu yüksek mertebe yani hakîkatlerin bütünü sâyesinde melekler, Allah’ın emriyle O’na secde etmişlerdir. (Sadrâ, Esfâr, c. V. s.350)

İnsan ile âlem arasındaki bu tenâsüp ve mütekabiliyet ilişkisi her ikisinin de aynı Yaratıcı tarafından yaratılmış olmasından kaynaklanır. Bu cevherî ilişki sâyesinde insan kendinde âlemin küçük bir prototipini, âlemde de kendi sûretini müşahede edebilir. “İnsana neden küçük âlem denilmiştir?” sorusunu soran İhvân-ı Safa, bunun temel sebebinin insanı en güzel sûrette yaratan Allah’ın ona kendi sûretini, hem kendi nefsinde hem de âlemde göstermek istemesi olduğunu söyler. İnsanın ömrünün kısa, idrak kabiliyetinin sınırlı olduğunu bilen Allah, insana varlığının hakikatlerini, kendi içinde bulma imkânı vermiştir. Bu yüzden İhvân-ı, Safa’ya göre “Bütün bilgilerin başlangıcı, insanın kendini bilmesidir. (dipnot: Resâilu İhvâni’s-Safâ,(Beyrut: Dar Sâdır ts.) c. II, s. 462. İhvan-ı Safa’nın “Cismaniyyat ve Tabiiyyat” kitabında “Ahlâkın tehzip ve nefsin ıslah edilmesinde sema ve âlem (s.24) alt başlığını kullanması, burada vurguladığımız âlem-ahlâkî ilişkisini teyid etmektedir. Böylece âlemden insana ve insandan âleme ve diğer varlıklara uzanan bir ilişki ortaya çıkmaktadır. Bu noktada tabiatın incelenmesi bizi tefekküre, bu da Allah’ın yaratma fiilinin tezekkür edilmesine götürür.İnsan âlem hakkında düşünürken, sadece dört unsurdan oluşan tabiatı değil, hem kendini hem de âlemi aşan ve kuşatan aşkın bir ilkeyi tefekkür eder. (…) Bu bakış açısı bizi tefekküre, bu tefekkür ise Allah’ın yaratma fiilinin tezekkür edilmesine götürür. İnsan âlem hakkında düşünürken, sadece dört unsurdan oluşan tabiatı değil, hem kendini hem de âlemi aşan ve kuşatan aşkın bir ilkeyi tefekkür eder.

İnsan ile âlem, mikrokozmos ile makrokozmos arasında var olan bu dinamik ilişki, bir tarafta insanı kozmik yalnızlık ve yabancılaşmadan korurken öbür tarafta evreni ve tabiat âlemini edilgen bir meta olmaktan çıkarır ve evren, insan ile sürekli etkileşim halinde olan değer-yüklü bir varlık haline getirir. Bu bakış açısı, ahlâkî öğretileri ve siyaset felsefesi açısından dikkat çekici sonuçlara sahiptir. 1823 yılında vefat eden Şeyh Darkavî’nin insanın nefsi ile âlem arasında kurduğu bağlantı kayda değerdir:

Nefs, uçsuz bucaksız bir şeydir; bütünüyle kozmostur. Çünkü onun kopyasıdır. Âlemde bulunan her şey nefste mevcuttur; aynı şekilde nefste bulunan her şey âlemde mevcuttur. Şu halde nefsinin efendisi olan, tüm âlemin efendisi olmuştur. Keza nefsinin kölesi olan, tüm âlemin kölesi olmuştur. (dipnot: Şeyh el-Arabî ed-Darkavî, Bir mürşidin Mektupları, çev. İ. Kalın, ( İstanbul: İnsan Yayınları, 1996), s. 18.)

Müslüman olmanı sağlayan cümleyi ısrarla söylemelisin

 

O cümle “Allah’tan başka ilah yoktur” (“La-ilahe illallah” cümlesidir. Bu zikir, içermiş olduğu ilave bilgiyle birlikte, en faziletli zikirdir. Hz. Peygamber, “Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli cümle, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ ifadesidir buyurmuştur. Bu ifade olumsuzlama ve olumlamayı birlikte içerir ki, taksim zâten bu ikisiyle sınırlıdır . Kelimenin içerdiklerini ancak onun değerini ve tarttığı şeyleri bilenler anlayabilirler. Nitekim kendisine delâlet etmek üzere zikredeceğimiz bir rivayette bu husus yer alır.

Bilmelisin ki bu cümle, tevhid kelimesidir. Tevhid hiçbir şeyin Hakk’a denk olmaması demekti; denk olsaydı, bir olmaz, iki veya daha fazla olurdu. demek ki O’nu (veya tevhid zikrini) tartabilecek bir şey yoktur. Bu durum “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesinin teraziye girmemesinin sebebidir. Âlimlerin geneli tevhidin mukâbili olan şirkin kul tarafından tevhidin varlığıyla birlikte dile getirilemeyeceğini beyan etmişlerdir. Onlara göre insan ya müşrik veya muvahhid, yani birleyendir. Demek ki tevhidi ancak şirk tartabilir. Oysa o ikisi terazide bir araya gelmez. Bize göre kelime-i tevhid teraziye girmez. Bunun nedeni anlayan ve yorumlayabilen için kudsi bir hadiste belirtilir. Kudsi hadiste Allah şöyle buyurur: “Yedi gökler, onları dolduranlar, yedi yer ve onları dolduranlar bir kefede, “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesi ise başka bir kefede bulunsaydı, bu cümle diğerlerine baskın gelirdi.” Allah gökleri ve yerleri zikretmiştir ; çünkü TERAZİNİN KONULACAĞI YER KULLARIN AMELLERİNİN ULAŞTIĞI Sidre-i münteha’dan sâbit yıldızlar feleğinin dibidir. Söz konusu ameller için terazi ortaya konulmuştur. Terazi amellerin geçemediği bir yeri geçemez. Sonra şöyle der: “Benden başka onları dolduran…” Oysa Allah’tan başka onları dolduran yoktur.” Haberdar ve bilgiliye işaret kâfidir! Şekilci âlimlerden ibaret olan genelin diline göre, ‘başka’ derken kastedilen müşrikin kabul ettiği ortaktır. Onun yaratılışta iştiraki ve ortaklığı bulunsaydı, “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesi terazide onunla eğilim gösterirdi. Bu cümle her durumda daha güçlüdür; bunun sebebi müşrikin de Allah’ın yönünü, şirk koşmuş olduğu (ortağa ait) yöne tercih etmesidir. Allah onların şöyle dediklerini aktarır: “Biz putlara bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (ez-Zümer 39/3) “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesi terazide onunla meylederdi. Bu cümle her durumda daha güçlüdür, bunun sebebi MÜŞRİKİN DE Allah’ın yönünü, şirk koşmuş olduğu yöne tercih etmesidir. ALLAH onların şöyle dediklerini aktarır: “Biz putlara bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz:” (ez-Zümer, 39/3)