admin Posts

Hidayet Ve Hüda Mertebesi

 

el-Hâdî İlahi İsmi

Hidayet ve hüda mertebesi Bütünü hidayet olan bir mertebe Nuruyla beni terk etti Senin halin, siyah bir renge çevirdi beni

O benim iftiharım ve mezhebim Beni siyahlamış gördüğünde

Efendimden istemiyorum Beni başıboş bırakmasını

Benim bir yardımım yok Aksine başlangıç bize ait

Herkes ortaya çıktığında ben Ortaya çıkan şeyler için göz nuruyum

Onlara ulaşan yegâne şey Bir ve Hak olandan ibaret

Bu mertebenin sahibi Abdulhâdî diye isimlendirilir. Allah peygamberlerinden söz ederken Hz. Muhammed’e ‘Onlar Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir, sen onların hidayetlerine uy’ ( el- En’am, 6/90) demiştir. ‘Peygamberlerin hidayeti’ onların sürekli yerine getirdikleri Allah’a yaklaştırıcı davranışlar anlamına gelir. Hz. Peygamber’den aktarılan bir duada onun peygamberlerin hidayetini talep ettiği ve saadete erenlerin hayatı gibi bir hayatı talep ettiği zikredilir. Allah’ın hidayeti açıklama ve beyan demektir.

Hakkındaki emri sona erdiğinde İş ilhada varır . O’nun bizim nezdimizdeki açıklayıcı dili peygamberlerinin O’nun katından getirdikleri vahiydir. Dolayısıyla Allah’ın açıklaması, beyân anlamına gelir; yoksa aklın kendi iddiasınca delille açıkladığı hususlar değildir. Beyan ihtimale ve yoruma açık olmayan bir şey olabilir. Böyle bir bilgi ise ancak sahih keşif veya sarih haberle meydana gelebilir. Her kim aklını, nazari düşüncesini ve kendi delilini şeriata hâkim kılmaya kalkarsa, kendine karşı samimî davranmamış demektir. Öyle bir insanın en büyük üzüntüsü âhiret hayatında ortaya çıkacaktır. Orada perde kalkar ve manaya tevil ettiği rivayetin hakikatini mahsûs olarak görür. Allah da âhirette kendisine dair bilginin hazzından onu mahrum bırakır; bunun yanısıra üzüntü ve acısı daha da katmerlenir. Söz konusu insan dünya hayatında zahiri ifadeyi manaya tevil edip zahirin gösterdiği ve delalet ettiği anlamı reddederek verdiği hükümdeki cehaletini gözleriyle görür. Böylece bilgisizlik hüsranı en büyük hüsrandır! Çünkü övgünün olmadığı yerde bu üzüntü ve hüsran ortaya çıkacaktır. Ondan kendisine dönecek bir haz da yoktur; aksine öyle bir insan kendisine ulaşan her belayı bilip de bu bilgi nedeniyle son derece acı duyan insana benzer. Demek ki her bilgi insanda haz meydana getirmediği gibi zevk almasını da sağlamaz.

Hidayet mertebesi insana muvaffakiyet (Hakkın razı olduğu işleri yapmak) kazandırır. Muvaffak olmak ise peygamberlerin hidayetini benimsemek, o hidayete göre yürümek demektir. Aynı zamanda beyanı kazandırır. Beyan ise Hakkın gönderdiği vahyi -tevil ederek değil- keşfe göre açıklamaktır. Misaller tevil edilsin diye verilmiştir ve onlar kendilerini bilen insanlara söylenmişlerdir. Misalin kendisi için verildiği kimse bir bilgi tahsil etsin diyedir. O halde verilen misalin zihinde bir varlığı olması kaçınılmazdır, bunu bilmelisin.

Hakkın hidayeti, peygamberlerin hidayeti / En doğru yol budur, biliniz!

Varlıklar ve Rab o yolda yürür / Âlemde her şey doğru

Cahil öfkeli ve katı olur / Âlim ise yumuşak ve merhametli

Her makam bellidir ve maksat saadettir. Bu itibarla ciddiyet eksikliğine yol açan işlerden kurtulmak ve ona karşı başarı elde etmekten daha büyük bir mutluluk yoktur. (…) Cennette ise Allah üzüntüyü senden giderir. Böylece daha üstün makamlar olduğunu bilip de onlara arzu duymayan kimseden daha düşük himmet sahibi kimse yoktur. Hz. Peygamber Allah’ın kendisine vesile makamını ihsan etmesi için O’na niyaz etmelerini istemiş, himmetinin yüksekliği nedeniyle daha üstünü talep etmiştir. Bakınız! Hz. Peygamber ölüm vaktinde (hayat ile ölüm arasında) muhayyer bırakıldığında, ‘refik-i a’lâ, ‘ulvi arkadaşı’ tercih etmiş, Allah’ı a’lâ yani en üstün olmakla nitelemiştir. Mahrum insan cennette yitirdiklerini öğrenseydi bile, bir zevki olmadığı için, onların peşinden gidemezdi. Himmeti dünyada daha yukarıda bulunanı aramaya yönelirken ‘zevk’ yoluyla onu elde edemeyen ve keşfe sahip olamayan insan, kıyamette mutlaka temenni ettiğine ulaşacaktır! Böyle bir durumdaki insan dünyada arzulanan o makamı ve yüce işi ‘zevk’ yoluyla tadanla birdir ve aralarındaki yegane fark diğerinin dünya hayatında onu ‘zevk’ etmiş olmasıdır. Bütünüyle mahrum olan İnsan ise himmeti dünya hayatındayken yüce işlere ve makamlara yönelmeyen kimsedir. Fakat bu konuda temenniyle birlikte gayreti sarf etmek de gerekir; tembel ve yerine çakılıyken tamennide bulunan kişi işaret ettiğimiz kimse değildir.

Hidayet mertebesi ve hûda mertebesi / Bütün işlerimizi boşa çıkardı bizim. Dedi ki; bütün iş O’na ait, tektir O / Mecd bir izzet değil /İmtina ve efendilik de değil

et-Tevvab İlahi İsmi

 

Fütûhât-ı Mekkiyye 17. Cild’in Tövbe-Günahtan İtaate Dönmek- Mertebesi / et-Tevvab İlahi İsmi başlığı altındaki bölümden birkaç alıntı

Dikkat edin! Tövbe dönmek demek / Tövbe ederek hakikate dön ve yönel / Bir yerde birine tabi olursan / Tabi olduğun durumda kalırsın / Zuhur bir şekilde O’na ait ise / Bir açıdan da gizlenme O’na aittir / Bizden ona doğru olan yönlerde hareket / O’ndan bize ait olan ikamet ve sükûn / Benden başka bir yardımcı yok O’na / Dilerse yardım eder ve destek olur

Bu mertebenin sahibi Abduttevvab diye isimlendirilir. Tövbe edenler bu mertebeden tövbe eder. İlk dönüş O’na aittir. Sonra dönsünler diye Allah kullarına ‘döner’. Bundan dolayı Allah kullara ancak onlar kendisine dönsün diye döner. Hakk’ın sebep olduğu her iş mutlaka gerçekleşmiş demekken Allah hakkında kullanılan her umut ifadesi ‘vaki’ anlamındadır. Bu itibarla ilk dönüş Allah’ın kula dönmesidir ve bu dönüşte kula kendisine dönüş imkânı ihsan eder. Kul tövbe ederek Hakk’a döndüğünde, birinci dönüşün ardından Hak tekrar kula döner; ikinci dönüş ‘kabûl’ maksadı taşır. Allah kullarının günahlarını kabûl etmezken tövbe ve itaatleri kabul eder ki, bu da O’nun kullarına rahmetinin bir neticesidir. Allah günahları kabûl etmiş olsaydı, itaatler O’nun katında bulunduğu kadar günahlar da şahitlik mertebesinde O’nun katında bulunurdu. Halbuki Allah kullarından ancak kabul ettiklerini görür. O ise ancak itaatleri kabul eder. Dolayısıyla kullarından kendi katında sevimli ve güzel sayılanları kabûl ederken günahlardan yüz çevirir, onları kabul etmez. Günahkâr günahını Allah’a yaklaşmak maksadıyla işlememiştir; O’na yaklaşmak maksadıyla işlemiş olsaydı, bu davranış bilgisizlik, Allah’a karşı iftira ve açık bir küfür olurdu. Allah kendi katında şahitlik ve müşahede mertebesinde bulunmasınlar diye, günahları kabul etmez. Bu itibarla ilâhî divanda kul meleklerin önünde yaptığı kötülüklerle ilgili hesaba çekilir. Allah kulun hesaba çekilmesini emrettiğinde, divan sahibi meleklere günahlarının silinmesini emreder. ‘Allah güzeldir ve ancak güzeli kabul eder.’ Her insanın da yapıp işlediği güzel bir işinin olması gerekir, çünkü her insan, -hangi tarzda olursa olsun- güzel ahlaka sahipken güzel ahlak bütünüyle Allah katındadır. Bu itibarla her kulun O’nun katında şefaatçisinin olması gerekir. Divandakiler hesabı tamamladıklarında, kullar üzerinde onların bir otoritesi yoktur. Emredilen işleri yerine getirdiklerinde, işlerini bitirirler ve emir Allah’a döner. Nitekim ‘Bütün emir/iş O’na döner’ (Hud, 11/123)

Dolayısıyla ancak hakikatlerimizde hükümleri görürüz. Bu hükümler Hakk’ın varlığında bizim için ortaya çıkmış, Hak da onların mazharı olmuştur. Bizim hakikatlerimiz ise -suretlerin aynada görülmesi gibi- ortaya çıkmıştır. Aynadaki suretler görenin kendisi değillerdir, bunun nedeni yansımanın gerçekleştiği yerin onlardaki hükmüdür. Onlar göründükleri yerin kendisi de değillerdir, çünkü onların hükmü aynanın hükmünden farklıdır. Ortada idrâke konu olacak üçüncü bir şey de yoktur; halbuki idrak gerçekleşmiştir! Hal böyleyken idrak edilen nedir? İdrak eden kimdir? Âlem kimdir? Hak kimdir? Zuhur eden kimdir? Mazhar kimdir-nedir? İzhar eden kimdir? Bunlar nispetlerdir denilirse, (bilinmelidir ki) onlar var olmayan şeylerdir. Bununla birlikte görmenin sebebi idrak edilebilecek şekilde görülenin istidadıdır. Bu sayede madum görülür. Madumun görüldüğünü kabul ettik! Öyleyse gören kimdir? Görülen de bir nispet ise görmeğe istidatlı olduğu kadar görülmeğe de istidatlı olmalıdır. Nispet değilse gerçek bir şey (vücûdî / varlıksal) olmalıdır. Bu durumda gören olduğu gibi görülen de olmalıdır, çünkü bizi göreni biz de görürüz. (…) O halde tek bir şey vardır ve bu nedenle o şey hakkında hayrete düşeriz. Biz kimiz? O kimdir? Bir kısmımız şöyle der: ‘Bana kendini göster, sana bakayım. Beni göremeyeceksin’ (el- A’raf 7/143) Allah kendinden haber verirken ‘Allah’ın gördüğünü bilmez mi?’ buyurur. Allah’ın haberi doğrudur. Kuşkusuz Allah âlemdeki bazı kimselerin Allah’ın gördüğünü bildiklerini haber vermiş, sonra bağlaç ve istidrak edatıyla şöyle demiştir: ‘Fakat bak dağa, dağ yerinde durursa beni göreceksin.’ (El-A’raf 7/143) Allah kendinden haber verirken ‘Allah’ın gördüğünü bilmez mi?’ (el- Alak 96/14) Varlık bütünüyle hayır ve iyilik demektir. (…) Hak bir cevheri yok etmez, fakat onda izafi bir yokluk meydana gelebilir. Bu izafî yokluk zihab (gitmek) ve intikal diye ifade edilir. Allah seni bir halden başka bir hale taşır ve götürürken her iki halde de senin hakikatin bakidir. Başka bir ifadeyle Allah seni bir yerden ötekine taşırken her birisinde ve o ikisinin arasında bakidir. Bu durum ‘Dilerse sizi götürür, başkalarını getirir.’ (En-Nisa 4/133) âyetinde belirtilir. O halde getirmek, kudret sıfatına bağlıyken, götürmek -özel iş olması yönüyle- irade sıfatına bağlıdır.
Bu kadar açıklama tafsili olmayan bir hususta olmaz. Tahsil edilenin özelliği varlık değildir. Biz madumu (var olmayanı) muhal, yani varlığı imkânsız olan ve mümkün diye tahsil ederiz. Bununla birlikte o masumdur. Allah kendinden haber verirken ‘Allah’ın gördüğünü bilmez mi?’ (el- Alak 96/14). ‘Dilerse sizi götürür, başkalarını getirir.’( en-Nisa, 4/133). ‘‘Allah seni bir halden başka bir hale taşır ve götürürken her iki halde de senin hakikatin bakidir.” (4/133)i

Bu kadar açıklama tafsili olmayan bir hususta olmaz. Tafsil edilenin özelliği varlık değildir. Biz madumu (var olmayanı) muhal yani varlığı imkânsız olan ve mümkün diye tafsil ederiz. Bununla birlikte o madumdur. İlahî emir geldiğinde (…) Bu hususlara dair ilahî haber gelseydi, onlar hakkında konuşmak ve düşünmek, hakikate -bulunduğu hâl üzere- bir şey eklemez veya ondan bir şey eksiltmezdi. Çünkü ilahî emir geldiğinde, hitabı duymak üzere bir kulağın, bunun yanısıra bir anlayışın, medlûlün , konuşanın ve dinleyenin bulunması gerekir. Bunlar zaten içinde bulunduğumuz durumun ta kendisidir. Onları terk daha iyidir. Biz de herkesin söylediğini söylüyoruz. Bu hususta bütün iş hayrettir. (…) Bu itibarla kabule (silm yani barışa) yönelmek insan adına daha iyidir. ‘Barışa yanaşırsanız…’

Bâtınlık tekvîn ve doğumun gerçekleştiği bir mahaldir ve türeyenler ondan meydana gelmişlerdir. Bu nedenle Hak el-Bâtın ismiyle nitelenmiştir. Yani âlem bâtın olması bakımından O’ndan Zuhur etmiştir. Biz de Allah’ta bâtın bir halde bulunuyorduk. Bu bilgiyi -vehimle değil- akla göre kabul etmelisin! Onu akla göre kabul edersen, ardından sahih bilgi gelir; hayal ve vehim diye kabul edersen ‘Doğurmamıştır’

Kimde bâtın ise / Onda yerleşmiştir

Bu sözümüzü kim bilir? Gören veya fetanet sahibi

Gördüğümü görür o / Kalbiyle zannederek

Hak seni görür bil / Perdelerin arasından

Sen ise göremezsin O’nu / Belki O olursan görebilirsin (Burada Müslim’de yer alan ‘O’nu görmesen de O seni görür hadisine işaret vardır.

Ariflerin kalpleri Hakkın kabirleri olduğu kadar onların bedenleri tecelli ettiği yerlerdir. Allah kendisi hakkındaki marifetin mahalli olmaları itibarıyla kullarının kalplerinde bulunur. Sonra kulları O’nun saygınlığına riayet etmez, belirlediği sınırlarda durmazlarsa Allah kalplerde ‘kabirdeki bir ölü’ gibi durur. Başka bir ifadeyle Allah’ın kalplerde hükmü ve tesiri olmaz. Buna mukabil insanlara karşı Hakkı perdeleyen örtü ve kilit olması itibarıyla kabrin onun üzerinde hükmü olur. Aynı durum tabiatın hükmü için geçerlidir: Tabiat şeriata aykırı bir şekilde ortaya çıktığında, şeriat insan tabiatında ölmüş sayılır. Hak (ve hakikat) da rüyada böyle zuhur eder.

Kimde bâtın ise / Onda yerleşmiştir

Bu sözümüzü kim bilir? / Gören veya fetanet sahibi

Gördüğümü görür o / Kalbiyle zannederek

Hak seni görür bil / Perdelerin arasından

Sen ise göremezsin O’nu / Belki O olursan görebilirsin (Burada Müslim’de yer alan ‘O’nu görmesen de O seni görür’ hadisine işaret.

Ariflerin kalpleri Hakkın kabirleri olduğu kadar onların bedenleri tecellî ettiği yerlerdir. Allah kendisi hakkındaki marifetin mahalli olmaları itibariyle kullarının kalplerinde bulunur.

CHP yine belirgin/açık bir duruşta değil!

 

CHP’de sular bir türlü durulmuyor! Yine Ekrem İmamoğlu, yine onunla görünürde uyumlu ama arka planı aydınlık olmayan Özgür Özel ikilisi! Bunlar birbiriyle açıktan mücâdele hâlinde değiller gibi ama açık / net bir konumda oldukları da ifade edilemiyor. Görünürde kucaklaşıyorlar, dost gibiler ama sarih bir durum yok!

Kılıçdaroğlu’nun duruşu da gerek Özgür Özel indinde gerek İmamoğlu’na göre belirlilikten uzak. CHP, denilebilir ki, tarihindeki en zayıf ve belirsiz bir konumda duruyor. Bu Parti’nin ileri gelenleri de CHP’yi temsil yönünden ne geçmişteki liderlere benziyorlar, ne de bu Parti’ye bir atılım kazandıracak gibi duruyorlar!

Daha fazla uzatmayı gerektirmiyor bu yazı. CHP , tarihinde en zayıf ve güçlenecek gibi görünmeyen bir pozisyonda duruyor! Ne İmamoğlu, ne Özel, bu geçmişi olan Parti’ye bir ivme kazandırabilir!

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II

 

Tercüme ve Şerhi Ahmed Avni tarafından yapılmış, Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve Dr. Selçuk Eraydın tarafından yayına hazırlanmış İFAV (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları ( İstanbul 7. Baskı-2017) bu eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Zevk”, “keşf” ve “şuhûd” ehl-i olan kimselerin ifâde ve izahlarına göre “Vücûd birdir; o da Hakk’ın vücûdudur.” (vücûd: varlık)

Mutasavvıflar da “ayniyet” idrâkine ulaşmadan önce, mü’min olarak, elbette “gayriyet” var olduğu kanâatini taşıyorlardı. Molla Câmî’nin meşhur rubâîsinin manzum tercümesinin:

Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin

mısraındaki “Ben bilmez idim” bu duygunun ifadesidir. Onun için sûfiler “ayniyet”ten bahsettiklerinde, onları “gayriyet” anlayışından kurtarıp, derece derece bu idrâke yükselten “hâl”, “makam”, “tecellî”, “fenâ”, “bakâ”, “cem”, “fark” ve “sahv” vs. gibi tek tek yaşanılması, “zevk” edilmesi gerekli aşamalardan geçtikleri ve mertebelerine göre “ayniyet” veyâ “gayriyet”ten bahsettikleri unutulmamalıdır. Şurası da muhakkaktır ki, bu tasavvufî terim ve ifadelerin yazılması ve incelenmesiyle de ortaya bir “ilim” çıkmış ve “nazarî / teorik” diyebileceğimiz geniş bir malûmât dile getirilmiştir. Aslında kitaplarda yazılı olan da tasavvufun nazariyatı (teorileri) dir. (…) Bu doktrinin, İslâm âleminde felsefeci, kelamcı ve diğer aklîilim dalları mensupları arasında zuhura gelmeyip, tasavvuf Ehl-i arasında teşekkül etmesi “aklî” bir düşünce ve “felsefî” bir doktrin olmadığını göstermektedir. “Aklî” olarak “vücudun / varlığın birliği) anlatılacak olsaydı, karşımıza ya Tanrı’yı tabiattan ibaret farz eden “natüralist panteizm” veya O’nu “reel fikir ve düşünceler”e indirgeyen “idealist panteizm” çıkardı. Bu sistemi kuran ve benimseyenler ise, Batı’da olduğu gibi filozoflar olurdu. Aklı vâsıta ve ölçü olarak kullanan “aklî” (rasyonalist) bir ifade ve sistemin gereği de budur. Fakat “vahdet-i vücûd” keşif ve tecellî sonucunda idrâk edilip akılla ifade edildiğinde: Hak halktır, Hak halk değildir; Rab kuldur, Rab kul değildir; Hakîkat ve bâtın bakımından varlıklar Hak’tır, sûret ve zâhir bakımından varlıklar Hak değildir; varlıklar bir yönden Hak’tır, bir yönden Hak değildir. gibi aklen, ya tamâmen veya kısmen birbirine zıt görünen söyleyişler ortaya çıkmış olmaktadır.

“Varlık birdir; o da Hakk’ın varlığıdır”

 

Fusûs ve Şerh’inde tezadlı ifadeleri ortaya çıkaran sebebin, ‘vücûd’da (varlıkta) ‘ayniyet’ ve ‘gayriyet’ gibi birbirine zıt iki idrak farkından ileri geldiğini düşünüyoruz. Önce bu iki kavramla ne kasdedildiğini inceleyip, sonra konunun esâsına geçeceğiz. A. Avni Bey Şerhi’nin ‘Mukaddime’sinde bu başlık altında mes’eleyi kısaca ele almıştır. Bu iki zıt kavram, âdetâ Fusûs’ taki bütün zıt ifâdeleri özetlemektedir diyebiliriz.

“Aynı” ve “gayrı” kelimeleri gerek Fusûs ve gerekse Şerhi’nde sık sık geçen kelimelerdir. Burada şunu belirtmek yerinde olacaktır ki, “ayn” kelimesi “tıpkı olmak” anlamı ifade ettiği gibi, bir şeyin “zât ve hakîkat”i ve ayrıca bir şeyin maddesi, cismi ve şahsı anlamını da ifâde etmektedir. Şu halde “ayniyet” kelimesinde bu anlamların olduğu, bir şeyin “aynı” denilince o şeyin hem “ayn”ı, yâni “hakîkati” ve “zât’’ı kasdedildiği veyâ “benzeri ve tıpkısı” denilmek istendiği, veyâhut madde ve cismine işaret olunduğu unutulmamalıdır. Fusûs metni ve Şerhi’nde “aynı” kelimesini, zaman zaman (“ayn”ı) şeklinde yazarak ma’nâya dikkat çekmek istedik ise de, bunu dâimâ belirtmek mümkün olamamıştır. İbnü’l-Arabî bu kelimeyi kullandığı yerlerde, bâzan bu birkaç manâyı birden kasdetmekte, Şerh’de ise bu anlamların biri veya hepsi göz önüne alınarak izah yapılmaktadır. “Ayn” kelimesini içinde bulunduran bir cümleye birbirine zıt veyâ birbirinden farklı anlamlar verebilmek de bundan dolayı mümkün olabilmektedir. Zîrâ bir şeyin “ zât” ve “hakîkat”i ile “cism”i ve “şahs”ı aynı şey değildir.

Fusûsu’l-Hikem ve Şerhi’nde “Hak zatı yönünden eşyâdan münezzehdir; taayyün bakımından münezzeh değildir”; “Hak zâtı bakımından şeylerin aynıdır; fakat taayyün bakımından gayrıdır”; “Sen O değilsin; belki sen O’sun” “Eğer istersen kevn halktır dersin; ve yine eğer istersen kevn Hak’tır dersin; ve eğer istersen kevn Hak olan halktır dersin; ve eğer istersen her vecihden halk değildir dersin; ve eğer istersen kevn hakkında hayret ile kail olursun. “Ne Mevlâ kul olur ve ne de kul Mevlâ olur; “Sen abd’sin ve sen Rab’sin” gibi birbirine zıt ve bir biriyle tezad teşkil eden ifadelerin yer aldığını görüyoruz.

A. Avni Bey: “Rab ile abd arasında ayniyet ve gayriyetin ikisi de sâbit ve mütehakkıktır. O bir vech ile, bu da bir vech iledir.” cümlesinin ilk nazarda iki zıddın birleşmesi anlamını hissettirdiği için muhal addedilebileceğini, bu ifâdenin mantık kâidesine uymadığını ve “İki zıt birleşemez” kâidesinin doğru olduğunu söyler. Fakat burada söz konusu olan zıtlığın “lügavî” değil “ıstılâhî” olduğunu belirterek, “ıstılahî zıtlık”ın bir arada toplanabileceğini ifade eder. Bunu açıklamak için de şu misâli verir: Nur ile zulmet lügat itibariyle ve maddeten birbirine zıttır. Bu ikisi aynı anda ve aynı yerde toplanamaz. Fakat istiâre yoluyla “gölge”ye zulmet denilebilir; ıstılah ve kabûl itibariyle bu mümkündür. Bu takdirde zulmet olarak kabul edilen “gölge”nin “nur” ile aynı zaman ve aynı mekânda bir israfa mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü “gölge” terim olarak “zulmet” kabûl edilmiştir.

Şu halde kul ile Rab arasındaki “hakîkî ayniyet” ve “hakîkî gayriyet” lügavî ve maddî değil, terminolojik ve manevîdir. “İki zıd ictimâ edemez” sözü maddî ve lügavî mânâdaki zıtlık için geçerlidir. Bu mânâdaki zıtların birleşmesi ve bir araya gelmesi mutasabvvı