admin Posts

El-Hak İsminin Mertebesi / el- Hak İlâhi İsmi

 

Hakkı Hak ile fani kılar ve ispat ederim / Hak yokluk ve ispat arasındadır / Varlık ve hikmetinin sırrı olmasaydı /Uzza’ya veya Lat’a ibadet edilmezdi / Beni kendileriyle sınırladığı bu şeyler var ya! / Onlarla mutlu olunur, şimdide ve gelecekte / Mazi gittiği yerdedir /Onun yanında hastalık veya afet yok / Yemin olsun ki: Nefsim onu yükümlü tutanı bilseydi / Geçmiş olan geri gelseydi sevinmezdi


Bu mertebenin sahibi Abdülhak diye isimlendirilir. Allah şöyle der: ‘Hakkın ötesinde dalaletten başka ne vardır? (Yunus 10/32) Kastedilen yaratılmış olandır. Dalalet hayret demek iken Hak (ve hakikat) vasıtasıyla dalaletin hükmü ortaya çıkar.

Varlığın kendisi gerçek bir nur / Yaratılmışın varlığı ona tabi bir gölge

Hak varlığın kendisiyken halk (yaratılmış) O’nu mutlaklıkla sınırlamıştır. Bu itibarla halk sınırlı bir kayıt demektir. Öyleyse ancak ona ait ve onunla gerçekleşen bir hüküm olabilir. Hak hüküm verendir ve O ancak Hak ile hüküm verir. Öyleyse Hakkın (kendisiyle hüküm verdiği) Halk yaratılmışın ta kendisidir. Nasıl da yüz çevirirsiniz? Gerçek bizim söylediğimiz gibidir. Halk diye isimlendirilmiş olması, kendisinden yaratılmış olan şeye bağlıdır. Bu itibarla halk yenidir ve yaratmanın hakikati kendisinde ortaya çıkar. Çünkü bir açıdan bakarsın ve ‘Haktır’ dersin; bir açıdan bakar ve ‘halktır’ dersin. O ise kendinde ne Hak ne Haktan başkasıdır. Binaenaleyh Hakkın veya halkın isim olarak verilmesi, adeta bir farklılık ve ihtilaf demektir. Bu hüküm ona baskın gelmiş, halk diye isimlendirilmiş, Hak ise Hak ismiyle yegâne kalmıştır. Çünkü Hak bizatihi zorunlu varlığın sahibiyken yaratılmış olan O’nun vasıtasıyla varlık zorunluluğuna sahiptir. Burada ‘başkası’ ile demiyorum, çünkü başka denilenin -hükmü olsa bile- varlığı ve hakikati yoktur. Bu itibarla başka hükmü olup da hakikati olmayan nispetlere benzer.

Allah göğü ve yeri Hak ile yaratmış, Kur’an’ı Hak ile indirmiş, Kur’an Hak ile ve Hak için inmiştir. Yaratılmışta yaratılmış hayrete düşmüştür, çünkü o gündüzün kendisinden çekilip çıkartıldığı gecedir. Bir anda hayrete düşmüş halde karanlıkta kalırlar. Artık doğru yolu bulacakları bir ışığa sahip olmayan şaşkınlardır. Oysa Allah karanın ve denizin karanlıklarında kendisiyle doğru yolu bulacak kimseler için yıldızlar yaratmıştır. Bu, seçkin sıradan insanların karanlıklara bakışıdır. Onlar görmezler, ‘sağırdırlar, kördürler, onlar düşünmezler.’ (el-Bakara 2/171) Bu nedenle bazen şöyle derler: ‘ Biz biziz, O odur.’ Bazen de şöyle derler: ‘O biz, biz O’yuz.’ Şöyle dedikleri de olur: ‘Ne biz saf olarak biziz, ne O, O’dur.’ Allah da bilgi ve marifet itibariyle yaratıklarının en seçkini olan peygambere söylediği ‘ ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah attı.’ (el- Enfal 8/17) âyetiyle hayretlerinde o seçkinleri tasdik eder. Bu ayette Allah ispat ettiğini ve olumladığını olumsuzlamıştır. Bu hitap karşısında sıradan insanların yeri nedir ki ? O halde Allah’ı bilmek ‘hayret’ demek olduğu kadar yaratıkları bilmek de hayret demektir.. Allah’ın zatı hakkında düşünmek yasaklanmış, düşünme yaratıklara yönlendirilmiştir. Dolayısıyla hidayete erenler, yaratılmışlar hakkında düşünenlerdir. Çünkü Hâdi O’dur. ve zâten hidâyet etmiştir. Körlük ise Hakk’a dair düşünmek demektir. Böyle bir düşünme yasaklanmış, Allah onu sapkınlık ve dalâlet yolu saymıştır. Bu hitap, akıl sahiplerinin kendisiyle yükümlü olduğu, fakat cem’ ve varlık ehline hitap etmeyen bir hitaptır. Seçkinler onu bilmek veya bir bilinen hakkında bilgi edinmek üzere düşünmemişlerdir. Allah sadece onların (idrak) mahallini. hazırlamalarını ve kalblerini temizlemelerini istemiştir. Bu hazırlanma sonucunda Allah onlara fetih ihsan eder veya kendi katından onlara fetih ulaştırılmasını emreder. Onlar da içlerinde gizlemiş oldukları hususta pişmanlık duyarlar, çünkü onlar ilahi fetih vasıtasıyla ulaşmış oldukları şeyi müşahede ederler ve görürler ki: Hakikat kendisinden ayrıldıkları şeyin ta kendisi imiş! Bu durum onların imanlarını ve Allah’ın hükmüne teslimiyetlerini artırır. Bu mertebeden şu husus ortaya çıkar: Bâtıl, hakikatin üzerine atılıp da onu yok ettiği bir şeydir. Üzerine hakikatin atılmasıyla bâtıl bir anda yok olur ve gider. Ancak hakikati olan veya hakikati olduğu sanılan bir şey yok olabilir. Bundan dolayı ister hayalde ister hayalin dışında olsun, bâtılın da bir varlık mertebesi bulunmalıdır. Hiç kuşkusuz her durumda ona inayet edilmiştir.

Sonra, Allah hakkındaki hayretin en büyük nedenlerinden biri de şudur: Hak mutlak varlık sahibidir ve bu nedenle de sabittir. Bununla birlikte tecelli suretleri de hiç kuşkusuz haktır.

Onların sübûtu yok, bekaları da yok / Onların kavuşması var, bedbahtlıkları yok

Hakkın tecelli ettiği her suret ortadan kalktığında, artık bir daha geri dönmez ve yenilenmez. Kaybolma ve gitmek giden şeyin kendisinden başka bir şey değildir. Peki ‘nereye gidiyorsunuz?’ Acaba Hak’ta bâtıl veya bâtıl olan bir şey mi var? Sureti götüren şey öteki suretin onun üzerine atılmasından başka bir şey değildir. O da kardeşinin gittiği ve ortadan kalktığı gibi gider. Suret gelişi bakımından hak iken gidişi bakımından bâtıldır. Bundan dolayı suret ortadan kaldıran- ortadan kaldırılan şeyin kendisidir. Bu nedenle Hakkın görülemeyeceğini söyleyenler doğru söylemiştir, çünkü Hak kaybolmaz ve gitmez. Şöyle ki: Suretler bizim suretlerimiz ise biz kendimizi görmüş oluruz. Biz ise bâtıl değiliz. Biz kendimiz nedeniyle ortadan kalktık. Öyleyse biz Hak’ız, çünkü Allah bizi bizim üzerimize salar. Demek ki üzerimize gelen şey bizden gelmiştir. Allah hakkı (bâtıl üzerine) salarken kul ilahi hüküm nedeniyle ortada durur.

Benim ve O’nun varlığı / Beka ve sübût sahibidir

O’ndan ve benden hayat bulur / Veya ondan ve benden (dolayı) ölür

O’nda bir iddia olmaz / Çünkü O’ndaki kaybolmaz

O’ndan olan hayat sahibi / Veya ondan olan ölür

Hayrete düştüm O’nun ve bizim hakkımızda / Biz susmuş dilsizleriz

Allah için gıda oldum / O da benim için gıda

İş devreder durur / Hakkındaki bilgim bu benim

Kaybolan ve yiten bir şeye itimat etmemelisin, çünkü ondan eline bir şey geçmez. Sen sadece kendine itimat et! Çünkü kendine döneceksin ve bütün işler Allah’a döneceği gibi siz de Allah’a döneceksiniz. Bu hakikat nedeniyle Allah adamlarından birisi ‘Ene’l Hak (Ben Hak’ım) demiştir. Onu mazur sayınız, çünkü insan -hakikatine göre değil- ona gelen tecellinin hükmüne göre hareket eder. Ona tecelli eden ise kendinden başkası değildir. Onun halini kendine bırak ki selamete eresin! İş açıkladığım gibidir. ‘Doğru Yol Allah’a varır’ ve ‘Allah dileseydi herkese hidayet ederdi.’

“İnkılaplar Ne zaman Niçin İflas Etti?”

 

“Sömürge Aracı olarak Medeniyet”

 

Prof.Dr. İbrahim Kalın’ın BARBAR- MODERN- MEDENÎ / MEDENİYET ÜZERİNE NOTLAR Kitabının SÖMÜRGE ARACI OLARAK MEDENİYET başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Emperyalizm, hiçbir zaman sadece ülkelerin işgalinden ve kaynaklarının sömürülmesinden ibâret olmamıştır. Bir fikir ve politika olarak sömürgecilik aynı zamanda bir dizi kavram ve yaklaşımı ifâde eder. İlerleme, medeniyet, çağdaşlık, kültürel ve sınıfsal üstünlük, estetik, ilkellik, yabânîlik, geri kalmışlık, insanlığa hizmet gibi kavramlar, emperyalist düşüncenin sıkça başvurduğu araçlardır. Bu kavram ve kelimeler siyâsetçiler, diplomatlar, akademisyenler, gazeteciler, misyonerler, kanaat önderleri, iş adamları vd. aktörler tarafından inşa ve istimal edilirken amaç, emperyalizmin iki işlevinin olduğunu ispat etmektir.


Hakkı bâtıl üzerine saldığında / Yok eder onu, bir de bakarsın bâtıl gitmiş Söylediğimi kim bilir ki? / Bütün hallerinde dürüst olan bilir. Devamını okumak istiyorum.

Yazının tamamı bulunmalı. Ben bulamıyorum.

Şu


Hidayet Ve Hüda Mertebesi

 

el-Hâdî İlahi İsmi

Hidayet ve hüda mertebesi Bütünü hidayet olan bir mertebe Nuruyla beni terk etti Senin halin, siyah bir renge çevirdi beni

O benim iftiharım ve mezhebim Beni siyahlamış gördüğünde

Efendimden istemiyorum Beni başıboş bırakmasını

Benim bir yardımım yok Aksine başlangıç bize ait

Herkes ortaya çıktığında ben Ortaya çıkan şeyler için göz nuruyum

Onlara ulaşan yegâne şey Bir ve Hak olandan ibaret

Bu mertebenin sahibi Abdulhâdî diye isimlendirilir. Allah peygamberlerinden söz ederken Hz. Muhammed’e ‘Onlar Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir, sen onların hidayetlerine uy’ ( el- En’am, 6/90) demiştir. ‘Peygamberlerin hidayeti’ onların sürekli yerine getirdikleri Allah’a yaklaştırıcı davranışlar anlamına gelir. Hz. Peygamber’den aktarılan bir duada onun peygamberlerin hidayetini talep ettiği ve saadete erenlerin hayatı gibi bir hayatı talep ettiği zikredilir. Allah’ın hidayeti açıklama ve beyan demektir.

Hakkındaki emri sona erdiğinde İş ilhada varır . O’nun bizim nezdimizdeki açıklayıcı dili peygamberlerinin O’nun katından getirdikleri vahiydir. Dolayısıyla Allah’ın açıklaması, beyân anlamına gelir; yoksa aklın kendi iddiasınca delille açıkladığı hususlar değildir. Beyan ihtimale ve yoruma açık olmayan bir şey olabilir. Böyle bir bilgi ise ancak sahih keşif veya sarih haberle meydana gelebilir. Her kim aklını, nazari düşüncesini ve kendi delilini şeriata hâkim kılmaya kalkarsa, kendine karşı samimî davranmamış demektir. Öyle bir insanın en büyük üzüntüsü âhiret hayatında ortaya çıkacaktır. Orada perde kalkar ve manaya tevil ettiği rivayetin hakikatini mahsûs olarak görür. Allah da âhirette kendisine dair bilginin hazzından onu mahrum bırakır; bunun yanısıra üzüntü ve acısı daha da katmerlenir. Söz konusu insan dünya hayatında zahiri ifadeyi manaya tevil edip zahirin gösterdiği ve delalet ettiği anlamı reddederek verdiği hükümdeki cehaletini gözleriyle görür. Böylece bilgisizlik hüsranı en büyük hüsrandır! Çünkü övgünün olmadığı yerde bu üzüntü ve hüsran ortaya çıkacaktır. Ondan kendisine dönecek bir haz da yoktur; aksine öyle bir insan kendisine ulaşan her belayı bilip de bu bilgi nedeniyle son derece acı duyan insana benzer. Demek ki her bilgi insanda haz meydana getirmediği gibi zevk almasını da sağlamaz.

Hidayet mertebesi insana muvaffakiyet (Hakkın razı olduğu işleri yapmak) kazandırır. Muvaffak olmak ise peygamberlerin hidayetini benimsemek, o hidayete göre yürümek demektir. Aynı zamanda beyanı kazandırır. Beyan ise Hakkın gönderdiği vahyi -tevil ederek değil- keşfe göre açıklamaktır. Misaller tevil edilsin diye verilmiştir ve onlar kendilerini bilen insanlara söylenmişlerdir. Misalin kendisi için verildiği kimse bir bilgi tahsil etsin diyedir. O halde verilen misalin zihinde bir varlığı olması kaçınılmazdır, bunu bilmelisin.

Hakkın hidayeti, peygamberlerin hidayeti / En doğru yol budur, biliniz!

Varlıklar ve Rab o yolda yürür / Âlemde her şey doğru

Cahil öfkeli ve katı olur / Âlim ise yumuşak ve merhametli

Her makam bellidir ve maksat saadettir. Bu itibarla ciddiyet eksikliğine yol açan işlerden kurtulmak ve ona karşı başarı elde etmekten daha büyük bir mutluluk yoktur. (…) Cennette ise Allah üzüntüyü senden giderir. Böylece daha üstün makamlar olduğunu bilip de onlara arzu duymayan kimseden daha düşük himmet sahibi kimse yoktur. Hz. Peygamber Allah’ın kendisine vesile makamını ihsan etmesi için O’na niyaz etmelerini istemiş, himmetinin yüksekliği nedeniyle daha üstünü talep etmiştir. Bakınız! Hz. Peygamber ölüm vaktinde (hayat ile ölüm arasında) muhayyer bırakıldığında, ‘refik-i a’lâ, ‘ulvi arkadaşı’ tercih etmiş, Allah’ı a’lâ yani en üstün olmakla nitelemiştir. Mahrum insan cennette yitirdiklerini öğrenseydi bile, bir zevki olmadığı için, onların peşinden gidemezdi. Himmeti dünyada daha yukarıda bulunanı aramaya yönelirken ‘zevk’ yoluyla onu elde edemeyen ve keşfe sahip olamayan insan, kıyamette mutlaka temenni ettiğine ulaşacaktır! Böyle bir durumdaki insan dünyada arzulanan o makamı ve yüce işi ‘zevk’ yoluyla tadanla birdir ve aralarındaki yegane fark diğerinin dünya hayatında onu ‘zevk’ etmiş olmasıdır. Bütünüyle mahrum olan İnsan ise himmeti dünya hayatındayken yüce işlere ve makamlara yönelmeyen kimsedir. Fakat bu konuda temenniyle birlikte gayreti sarf etmek de gerekir; tembel ve yerine çakılıyken tamennide bulunan kişi işaret ettiğimiz kimse değildir.

Hidayet mertebesi ve hûda mertebesi / Bütün işlerimizi boşa çıkardı bizim. Dedi ki; bütün iş O’na ait, tektir O / Mecd bir izzet değil /İmtina ve efendilik de değil

et-Tevvab İlahi İsmi

 

Fütûhât-ı Mekkiyye 17. Cild’in Tövbe-Günahtan İtaate Dönmek- Mertebesi / et-Tevvab İlahi İsmi başlığı altındaki bölümden birkaç alıntı

Dikkat edin! Tövbe dönmek demek / Tövbe ederek hakikate dön ve yönel / Bir yerde birine tabi olursan / Tabi olduğun durumda kalırsın / Zuhur bir şekilde O’na ait ise / Bir açıdan da gizlenme O’na aittir / Bizden ona doğru olan yönlerde hareket / O’ndan bize ait olan ikamet ve sükûn / Benden başka bir yardımcı yok O’na / Dilerse yardım eder ve destek olur

Bu mertebenin sahibi Abduttevvab diye isimlendirilir. Tövbe edenler bu mertebeden tövbe eder. İlk dönüş O’na aittir. Sonra dönsünler diye Allah kullarına ‘döner’. Bundan dolayı Allah kullara ancak onlar kendisine dönsün diye döner. Hakk’ın sebep olduğu her iş mutlaka gerçekleşmiş demekken Allah hakkında kullanılan her umut ifadesi ‘vaki’ anlamındadır. Bu itibarla ilk dönüş Allah’ın kula dönmesidir ve bu dönüşte kula kendisine dönüş imkânı ihsan eder. Kul tövbe ederek Hakk’a döndüğünde, birinci dönüşün ardından Hak tekrar kula döner; ikinci dönüş ‘kabûl’ maksadı taşır. Allah kullarının günahlarını kabûl etmezken tövbe ve itaatleri kabul eder ki, bu da O’nun kullarına rahmetinin bir neticesidir. Allah günahları kabûl etmiş olsaydı, itaatler O’nun katında bulunduğu kadar günahlar da şahitlik mertebesinde O’nun katında bulunurdu. Halbuki Allah kullarından ancak kabul ettiklerini görür. O ise ancak itaatleri kabul eder. Dolayısıyla kullarından kendi katında sevimli ve güzel sayılanları kabûl ederken günahlardan yüz çevirir, onları kabul etmez. Günahkâr günahını Allah’a yaklaşmak maksadıyla işlememiştir; O’na yaklaşmak maksadıyla işlemiş olsaydı, bu davranış bilgisizlik, Allah’a karşı iftira ve açık bir küfür olurdu. Allah kendi katında şahitlik ve müşahede mertebesinde bulunmasınlar diye, günahları kabul etmez. Bu itibarla ilâhî divanda kul meleklerin önünde yaptığı kötülüklerle ilgili hesaba çekilir. Allah kulun hesaba çekilmesini emrettiğinde, divan sahibi meleklere günahlarının silinmesini emreder. ‘Allah güzeldir ve ancak güzeli kabul eder.’ Her insanın da yapıp işlediği güzel bir işinin olması gerekir, çünkü her insan, -hangi tarzda olursa olsun- güzel ahlaka sahipken güzel ahlak bütünüyle Allah katındadır. Bu itibarla her kulun O’nun katında şefaatçisinin olması gerekir. Divandakiler hesabı tamamladıklarında, kullar üzerinde onların bir otoritesi yoktur. Emredilen işleri yerine getirdiklerinde, işlerini bitirirler ve emir Allah’a döner. Nitekim ‘Bütün emir/iş O’na döner’ (Hud, 11/123)

Dolayısıyla ancak hakikatlerimizde hükümleri görürüz. Bu hükümler Hakk’ın varlığında bizim için ortaya çıkmış, Hak da onların mazharı olmuştur. Bizim hakikatlerimiz ise -suretlerin aynada görülmesi gibi- ortaya çıkmıştır. Aynadaki suretler görenin kendisi değillerdir, bunun nedeni yansımanın gerçekleştiği yerin onlardaki hükmüdür. Onlar göründükleri yerin kendisi de değillerdir, çünkü onların hükmü aynanın hükmünden farklıdır. Ortada idrâke konu olacak üçüncü bir şey de yoktur; halbuki idrak gerçekleşmiştir! Hal böyleyken idrak edilen nedir? İdrak eden kimdir? Âlem kimdir? Hak kimdir? Zuhur eden kimdir? Mazhar kimdir-nedir? İzhar eden kimdir? Bunlar nispetlerdir denilirse, (bilinmelidir ki) onlar var olmayan şeylerdir. Bununla birlikte görmenin sebebi idrak edilebilecek şekilde görülenin istidadıdır. Bu sayede madum görülür. Madumun görüldüğünü kabul ettik! Öyleyse gören kimdir? Görülen de bir nispet ise görmeğe istidatlı olduğu kadar görülmeğe de istidatlı olmalıdır. Nispet değilse gerçek bir şey (vücûdî / varlıksal) olmalıdır. Bu durumda gören olduğu gibi görülen de olmalıdır, çünkü bizi göreni biz de görürüz. (…) O halde tek bir şey vardır ve bu nedenle o şey hakkında hayrete düşeriz. Biz kimiz? O kimdir? Bir kısmımız şöyle der: ‘Bana kendini göster, sana bakayım. Beni göremeyeceksin’ (el- A’raf 7/143) Allah kendinden haber verirken ‘Allah’ın gördüğünü bilmez mi?’ buyurur. Allah’ın haberi doğrudur. Kuşkusuz Allah âlemdeki bazı kimselerin Allah’ın gördüğünü bildiklerini haber vermiş, sonra bağlaç ve istidrak edatıyla şöyle demiştir: ‘Fakat bak dağa, dağ yerinde durursa beni göreceksin.’ (El-A’raf 7/143) Allah kendinden haber verirken ‘Allah’ın gördüğünü bilmez mi?’ (el- Alak 96/14) Varlık bütünüyle hayır ve iyilik demektir. (…) Hak bir cevheri yok etmez, fakat onda izafi bir yokluk meydana gelebilir. Bu izafî yokluk zihab (gitmek) ve intikal diye ifade edilir. Allah seni bir halden başka bir hale taşır ve götürürken her iki halde de senin hakikatin bakidir. Başka bir ifadeyle Allah seni bir yerden ötekine taşırken her birisinde ve o ikisinin arasında bakidir. Bu durum ‘Dilerse sizi götürür, başkalarını getirir.’ (En-Nisa 4/133) âyetinde belirtilir. O halde getirmek, kudret sıfatına bağlıyken, götürmek -özel iş olması yönüyle- irade sıfatına bağlıdır.
Bu kadar açıklama tafsili olmayan bir hususta olmaz. Tahsil edilenin özelliği varlık değildir. Biz madumu (var olmayanı) muhal, yani varlığı imkânsız olan ve mümkün diye tahsil ederiz. Bununla birlikte o masumdur. Allah kendinden haber verirken ‘Allah’ın gördüğünü bilmez mi?’ (el- Alak 96/14). ‘Dilerse sizi götürür, başkalarını getirir.’( en-Nisa, 4/133). ‘‘Allah seni bir halden başka bir hale taşır ve götürürken her iki halde de senin hakikatin bakidir.” (4/133)i

Bu kadar açıklama tafsili olmayan bir hususta olmaz. Tafsil edilenin özelliği varlık değildir. Biz madumu (var olmayanı) muhal yani varlığı imkânsız olan ve mümkün diye tafsil ederiz. Bununla birlikte o madumdur. İlahî emir geldiğinde (…) Bu hususlara dair ilahî haber gelseydi, onlar hakkında konuşmak ve düşünmek, hakikate -bulunduğu hâl üzere- bir şey eklemez veya ondan bir şey eksiltmezdi. Çünkü ilahî emir geldiğinde, hitabı duymak üzere bir kulağın, bunun yanısıra bir anlayışın, medlûlün , konuşanın ve dinleyenin bulunması gerekir. Bunlar zaten içinde bulunduğumuz durumun ta kendisidir. Onları terk daha iyidir. Biz de herkesin söylediğini söylüyoruz. Bu hususta bütün iş hayrettir. (…) Bu itibarla kabule (silm yani barışa) yönelmek insan adına daha iyidir. ‘Barışa yanaşırsanız…’

Bâtınlık tekvîn ve doğumun gerçekleştiği bir mahaldir ve türeyenler ondan meydana gelmişlerdir. Bu nedenle Hak el-Bâtın ismiyle nitelenmiştir. Yani âlem bâtın olması bakımından O’ndan Zuhur etmiştir. Biz de Allah’ta bâtın bir halde bulunuyorduk. Bu bilgiyi -vehimle değil- akla göre kabul etmelisin! Onu akla göre kabul edersen, ardından sahih bilgi gelir; hayal ve vehim diye kabul edersen ‘Doğurmamıştır’

Kimde bâtın ise / Onda yerleşmiştir

Bu sözümüzü kim bilir? Gören veya fetanet sahibi

Gördüğümü görür o / Kalbiyle zannederek

Hak seni görür bil / Perdelerin arasından

Sen ise göremezsin O’nu / Belki O olursan görebilirsin (Burada Müslim’de yer alan ‘O’nu görmesen de O seni görür hadisine işaret vardır.

Ariflerin kalpleri Hakkın kabirleri olduğu kadar onların bedenleri tecelli ettiği yerlerdir. Allah kendisi hakkındaki marifetin mahalli olmaları itibarıyla kullarının kalplerinde bulunur. Sonra kulları O’nun saygınlığına riayet etmez, belirlediği sınırlarda durmazlarsa Allah kalplerde ‘kabirdeki bir ölü’ gibi durur. Başka bir ifadeyle Allah’ın kalplerde hükmü ve tesiri olmaz. Buna mukabil insanlara karşı Hakkı perdeleyen örtü ve kilit olması itibarıyla kabrin onun üzerinde hükmü olur. Aynı durum tabiatın hükmü için geçerlidir: Tabiat şeriata aykırı bir şekilde ortaya çıktığında, şeriat insan tabiatında ölmüş sayılır. Hak (ve hakikat) da rüyada böyle zuhur eder.

Kimde bâtın ise / Onda yerleşmiştir

Bu sözümüzü kim bilir? / Gören veya fetanet sahibi

Gördüğümü görür o / Kalbiyle zannederek

Hak seni görür bil / Perdelerin arasından

Sen ise göremezsin O’nu / Belki O olursan görebilirsin (Burada Müslim’de yer alan ‘O’nu görmesen de O seni görür’ hadisine işaret.

Ariflerin kalpleri Hakkın kabirleri olduğu kadar onların bedenleri tecellî ettiği yerlerdir. Allah kendisi hakkındaki marifetin mahalli olmaları itibariyle kullarının kalplerinde bulunur.