“Tevhidi onun muhakkak olmaz / Kul, fani-i mutlak olmayınca”
Başlığı oluşturan iki mısra Hz. Mevlânâ (Kuddise sırrıhu’l-a’la) ‘dan beyt olarak bir Rubâî’nin ilk iki mısraının tercümesi. (Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III, s.103) Buradan bazı alıntılar:
“Şu halde mutlak varlıkta fânî olan bir kâmilde kayıdlılık kalmayacağından, onların varlığa getirilmeleri ve öldürülmeleri vaktinde, yine kayıdlı için zevk olmamış olur. Ve kudretin güce ilişmesinin zevk olarak müşahedesi, yine Kadir-i mutlaka mahsus olmuş bulunur.
Denilenlerin izahlarından anlaşılacağı gibi Üzeyr (a.s.), halkta(yaratıklarda) zevk olarak varlığı mümkün olmayan şeyi talep etti. Oysa nitelikler ancak zevk ile idrak olunur. Mesela ömrü müddetince bal yememiş kimseye onu tarif ile anlatmak mümkün değildir. Zîra lezzet vicdânî niteliklerdendir; keza kokular da böyledir. İşte kudretin güce ilişmesi de niteliklerden bir nitelik oldugundan, Cenâb-ı Üzeyr halkta varlığı mümkün olmayan bir şeyi talep etmiş oldu. Zîra kudretin güce ilişmesi hali ilâhı zevktir. Ve mahlûk bu zevke katılamaz ki, tadı ne nitelikte olduğunu bilsin.
Yani Hak Teâla’nın Üzeyr (a.s.)a: ‘Eğer bu talepten vazgeçmezsen ismini nübüvvet defterinden silerim’ buyurmasından anlaşılan mana şudur ki, Ben senden melek vasıtası ile veya vasıtasız ilhâm ile olan haber yolunu keserim; ve sana keşif ve tecellî yolunu açarım. Ve tecelli de sana istidâdın ne hal üzere ise, ancak ona göre olur. Zevkı idraki veren istidâddır. Tecellî de istidâda göre olur. Ve sana istidâdına göre tecelli vâki olunca sâbit hakikatine muttali olup idrak ettiğin şeyi, ancak istidâdın hasebiyle idrak ettiğini bilirsin. Ve sen kudretin güce ilişmesini görmek istemiştin. Tecellî sırasında bu talep ettiğin hususa bakarsın. O şeyi onda görmeyince istediğin o şeye sende istidâd olmadığını ve bunun ilahî zâtın hassalarından (özel nitelik) olduğunu bilirsin. Ve Allah Teala’nın her şeye hakkını ve belirli payını verdiği sence malumdur. Dolayısıyla sabit hakikatine baktığında, kader sırrından haberli olmağa onda istidâd olmadığını görünce, talep ettiğin şeye kendi nefsinde istidâd olmadığını ve o bilmenin, hakikatlerin tümüne muttali olan Allah Teâlâ hazretlerinin hassalarından bulunduğunu; ve eğer o haberli olmağa istidadın olsaydı, her şeye hakkını ve belirli payını veren Hakk’ın, sana da hakkını vereceğini bilerek, kendi nefsinle edeplenen olup, kader sırrına erişme talebinden kendi kendini geri çeker ve ilahî yasağa muhtaç olmazdın. İşte cenâb-ı Üzeyr’e Hak tarafından uyarı tarzında vaki olan hitabdan anlaşılan budur.
Bu bahsin özeti şöyledir: Hiçbir nebînin ve velînin bilcümle a’yânın hakikatlerini kuşatıcı bir yol üzere bilmek imkanı yoktur. Çünkü bu ilim ilahî hassalardandır (özel nitelikler). Ancak Hak Teâlâ hazretlerinin keşfi (açması) miktarı kendilerine kader sırrı hakkında bir ilim hâsıl olur. Ve davet sırasında nebîden bu da örtülüdür. Zîra bazı a’yanın hakikatleri kendilerine açılsa davetlerinde zayıflık, usanç vaki olurdu. Üzeyr (as)a Hak Teâlâ kendi hakikatini açınca, kuşatıcı yol üzere a’yanın hakikatlerine erişme imkanı ve istidadı olmadığı zâhir olurdu. (Fakîr şarihin ilavesidir.) Yani bu rivayet olunan haberdeki ilahî hitabda, gerçi zahiren Üzeyr(as)dan nübüvvetin alınacağı ve onun uzaklaştırılacağı anlaşılır ise de, enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)ın kadr yükseklikleri ondan âlîdir. Zîra onların zatî istidâtları isimlerinin nübüvvet defterinde sabit ve kendilerinin ilâhî korunma ile masum ve mahfuz olduktan sonra, mertebelerinden aşağı inmemelerini gerektirir. Şu halde cenâb-ı şeyh (M.İbn Arabî) (r.a.), bu hitabın nübüvvet rütbesine kusur veren zahirî mânâsını murâd etmeyip, ilâhî murâd olan batınî mânâsını tefsir ederek paylama sûretinde vaki olan bu hitab ona keşf ve tecelli üzere ilim vermesi va’dinden ibaret olmakla, hakkında inayettir buyurdu. Bu hitabın inayet olduğunu keşf ve irfan ehlinden olanlar bildiler; ve cehl ehli olanlar ise zahirî mânaya anlayışı hasr ederek bilmediler.”
No Comments