/Bu Fass Kelime-i Üzeyriyye’de Mündemic olan “Hikmet-i Kaderiyye” Beyânındadır/

 
Bu fassta Üzeyrî Kelimeye muhtas (özel) olan “kaderî hikmet” bahis konusu olur.Zîrâ cenâb-ı Üzeyr’in hakîkatının gereği bu olup, kader sırrının ma’rifeti tarafına rağbet eden olmuştur. Hz. Üzeyr, kudretin makdûra taalluku keyfiyyetinden taaccüb ve Hırbe karyesinin olduğu hâl üzere iâdesini istib’âd etmiş (uzak görmüş) ve “Bu harâbâtı bu hâlden sonra Allah Teâlâ nasıl ihyâ eder?” demişti. Hak Teâlâ onun isti’zâm ve istib’âdı sebebiyle iâde sûretlerinin ve kudret hükümlerinin türlerini izhâr eyledi. Yani onu yüz yıl imâte ve ba’dehû ihyâ kıldı.Bundan dolayı bu hikmet, Üzeyr (a.s.)a mukârin kılınarak kaza ve kader hükümleri bu hikmette îrâd olundu. Ve “melk” ve şiddet, Hakk’ın ve ilâhî isimlerin olup, kader sırrına ıttılâ Hakk’a mahsûs bulunduğundan, bu “kaderî hikmet”, melkî hikmeti tâkip etti. Ve bunda, fânî- fillah olup şiddetli rükn olan hakk’a ilticâ eyleyen kimsenin, hakkani ile mevcûd olduktan sonra kader sırrına ve kaderî hikmete muttali olacağına işaret vardır. Nitekim Üzeyr (a.s.) imâte ve ihyâ olunduktan sonra, kader sırrına vâkıf oldu. Bil ki, “kazâ Allah’ın şeylerde hükmüdür. Ve Allah’ın eşyâda hükmü, Allah’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin haddi üzeredir. Ve Allah’ın eşyâda olan ilmi de, ma’lûmât nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o ma’lûmâtın Hakk’a verdikleri şeyin haddi üzeredir. Yani Hak ahadî zâtında mündemic (bir şeyin içinde saklı olan) bi’l-cümle ilâhî sıfatları ve isimlerinin kuvveden fiile zuhûrunu murâd eyledikde, rahmânî nefes ile, o isimlerin mazharlarının sûretleri ilâhî ilimde peydâ ve herbirerleri ilmen tayin edilmiş olup, birbirinden mümtâz (seçkin) oldular. Ve ilâhî isimlerden her birinin istidâdı, hâssıyyeti ne ise, o sûretlerin her biri de tâbi olduğu ismin yetenek ve hâssıyyetini hâiz oldu. ve o şeyler, saadet ve şakâvetten ve iman ve küfürden ve ikbâl ve idbârdan (talihsizlikden) ve kemâl ve şekâvetten ve iman ve küfürden, vs. hâller ve levâzımından ilâhî ilimde ne sûret üzerine tayin edilmiş oldular ve Hak onları ne sûret üzere bildi ise, onlar hakkında ol vech ile hükm eyledi. Demek ki Hakk’ın bilinen şeyler üzerindeki hükmü, o şeyler zatî istidatlarıyla Hakk’a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi üzeredir. İşte “kazâ” budur; ve bu hükümde tevkît (vakitlendirme) yoktur. Zira bu hüküm, zât-ı Hakk’ın aynı olan ilâhî ilimde nefisleriyle var olmayan (ma’dûm) şeyler üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur. ——————- DEVAMINI OKU —————————— Ve “kader”, eşyânın (şeylerin) “ayn”ında ve nefsinde sâbit olduğu şey üzerine; hükmün min-gayri-ziyadetin tevkîtidir. Yani “kader”, ilahî ilimde şeylerin “ayn”ı gereğince verdiği hükmü ve hâlleri, muayyen vakitte ve mukadder zamanda icrâ edip, ızhar eylemektir. Dolayısıyla kader, bilinen hakîkatlerden her birisinin ahkâm ve ahvâlini belirli sebep ile belirli vakitte tayin eder; ve o ahkâm ve ahvâl o vakitten aslâ ileri; geri gitmez.Bu sûretle kader, kazânın tafsîli olur. Ve “kazâ”, ilm-i ilâhî-i zâtî-i ezelîde eşyâ-yı ma’lûme üzerine ne şey hükmetmiş ise, / “kader” o şeyi ziyâde ve noksan olmayarak bi-hasebi’l-ezmân (zamanlarına göre) takdîr eder. İmdi (şu halde) ilâhî kazâ şeyler üzerine ancak eşyâ ile hükm etti. (…) Dolayısıyla Hak Teâlâ hiçbir ferd üzerine, hâriçten bir şey ile hükmetmez. Ancak o ferdlerin her birisi, zâtî istidâdı hasebiyle Hakk’a bir hüküm verir. Ve Hakk’ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini, Hakk’ın üzerine hükm eyler. Ve bu ayn-ı sırr-ı kaderdir. Buna ıttılâ’, müşâhid olduğu hâlde, kalbi olan ve ilkâ-yı sem’ eden kimseye mahsûstur. Yani “kazâ”nın eşyâ üzerine, yine eşyâ ile hükmetmesi keyfiyyeti, halâyık üzerine hâkim olan kader sırrının hakikatidir; ve bu kader sırrına ıttılâ, ancak mazharlarda Hakk’ın nurlarını müşahede edici olduğu halde, hissî ve aklî mazharlarda Hak ile mütekallib (değişen) kalbe mâlik bulunan ve îman nuruyla işiten kimseye özgüdür. Bu vasıfları hâiz olmayan kader sırrına muttali olamaz. Şu halde hüccet-i baliğa Allah için sâbittir. Cezâ gününde bunun sûret-i sübûtu, âtideki suâl ve cevâbdan anlaşılır. Cenâb-ı Zü’l-Celâl Hz.: Ey Kâfir, âsî ve câhil kullarım ameliniz hasebiyle hakkınızda tertîb ettiğim cezâyı çekiniz! Ehl-ikab: yâ Rab! küfrü, isyânı ve cehli, sen bizim üzerimize takdîr ettin. Senin takdîrin ile bizden sâdır olan amellerden dolayı şimdi bizi muâheze etmen ve tâkatimizin hâricinde olan şeyi bizden taleb etmen hakkımızda zulüm olmaz mı? Cenâb-ı İzzet: Benim kaza ve takdîrim ilmime tâbidir; ve ilmim de, bilinen isti’dadınıza tâbidir. Ezeldeki sözleşmemize bağlı kalarak, Ben de öylece hükmettim ve zâtınızda meknûn olan şey üzerine varlık ifâzâ edip, o şeyi icâd ve ıshâr eyledim. Dolayısıyla Sizden sâdır olan küfür, isyan ve cehil, ancak sizin zâtınızda potansiyel olarak var olan şeydir. Ben yalnız varlık ifaza edip, onları icad ve ızhâr ettim. Şu halde ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize zulmettiniz. Ve sizin talebiniz dışında size birşey vermedim.

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked