Uncategorized Posts

Bir mektup geldi O’ndan

 

Kur’an’ın Anlamına Yolculuk

Fikriyat’tan çıkan, Prof. Dr. Ekrem Demirli’nin bu kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” İki ayırıcı özellik İslam’ı kendisinden önceki din ve geleneklerden ayırmakla kalmaz, aynı zamanda onu Hz. İbrahim’e dayandırılan Yahudilik ve Hıristiyanlıktan ayrıştırarak kendine mahsus özel bir yapıya kavuşturur. Bunlardan ilki nübüvvet, ikincisi ise vahiy ve bilhassa vahyin nihai tarzı olan ilahi kelamın Hz. Peygamber’e inmesidir. Nübüvvetin ve vahyin Müslümanlığa mahsus bir ayrıcalık olduğunu söylemek, ilk bakışta birçok insana şaşırtıcı gelebilir. En azından Müslümanlığı öteki gelenek ve felsefî sistemlerden ayrıştırmak için doğru sayılabilecek bu tespitlerin Yahudilik ve Hıristiyanlık için de geçerli olabileceğini söylemek, bir çelişki teşkil edebilir. Her iki din de vahye ve nübüvvete (peygamberliğe) dayanmış olmada İslâm ile birlikte değerlendirilir; her iki dinin de aynı şekilde gerçekleştiği kabul edilebilir. Gerçi bu yaklaşım gerçek olmak bir yana İslam’ı esas alarak yapılan bir değerlendirme olarak ortaya çıkar. Bu nedenle Müslümanlar öteki iki dinin İslam’a ve bilhassa Hz. Peygamber Efendimize bakışını elbette kabullenmez ve her iki dine bakış bakış açılarındaki nezaket ve saygıyı kendi dinlerine ve peygamberlerine beklerler. Halbuki dinlerin tahrif olması meselesi bir yana, her iki dinin ortaya çıkışı ve bu dinlerdeki nübüvvet ve vahiy konusu İslam’dakinden farklı gerçekmiş gibi görünmektedir. Daha doğru bir anlatımla İslam’da vahiy ve nübüvvet tamamen kendine mahsus özelliklerle ortaya çıkmış, İslam’ı bütün dinlerden ve geleneklerden ayrıştırarak dinî hayatı şekillendirmiştir. Bu arada Yahudilik’te nübüvvet meselesi, “seçilmiş kavim” anlayışı içerisinde gerçekleşmiş ikincil bir durumdur. Bu din içinde aslolan durum, kavmin seçilmiş olması iken nübüvvet burada ancak “seçilmiş olandan seçilmek” şeklinde tecelli eder. Bir kavmin seçilmiş olması meselesi zamanla ortaya çıkan bir tahrif midir yoksa başından beri Yahudilik böyle midir sorusu bir yana bu, Müslümanlar tarafından hiçbir şekilde anlaşılmayacak ve kabul edilmeyecek bir husustur. Bir kavim neden seçilir veya bir kavmin seçilmiş olması onlara nasıl bir ayrıcalık kazandırabilir? Bir Müslüman için bütün insanlar Allah tarafından seçilmiş, özel ve değerli varlıklar olarak yaratılmış, Âdem’de tecelli eden eden bütün nitelikler potansiyel olarak her birisinde gerçekleşmiştir. Her insan bu bakımdan emaneti üstlenmiş, halife kılınmış, isimleri öğrenmiştir. İnsanın ahlâklı bir varlık olarak yaratılmış olmasının nedeni budur. O zaman insanlar arasında belirli derece farkları bulunsa bile, bir kavmin ötekinden ayrı bir şekilde üstün kılınması Müslümanlara ancak “tahrif edilmiş bir bilgi” olarak gelir. Üstelik Müslümanlar seçilmişlik gerçekleşse bile, bundan kalıcı bir durum veya paye çıkartmaz , seçilmiş olmayı belirli şartlar (ahlak ve iman) ile sınırlar, bunun ötesinde bir ayrıcalık olarak kabul etmezler. Hidayet ve seçilmişlik bir lütuf olarak insana erişir, fakat aynı zamanda insan dalalete düşme tehlikesinden bütünüyle de kurtulamaz. Bu durum hem birey hem cemaat olarak İslam’da ilkenin “korku-umut” olmasını sağlar: Allah’ın sonsuz keremi insanın sürekli bir umut içinde kalmasını sağlarken kereminden mahrumiyet endişesi insanın korkmasının nedenidir. (…) Yahudiler içinde peygamberler vardır, fakat bunlar hiçbir zaman İslam’daki gibi kurucu kişiler olarak kabul edilmezler. (…) Yahudiler peygamberlerin vahiy aldıklarını kabul etmiş olsalar bile, bu vahyi İslam’daki ilahi kelam gibi düşünmek mümkün değildir. (…)”

İslam’ın Klasik ve Modern Dönemlerinde Tedeyyün Meselesi

 

Allah işine galiptir ama insanların çoğu bunu bilmez.” (Yusuf 12/111)

” 2 aylık düşünce dergisi Teklif ‘de (Eylül 2023 / sayı 11) Tedeyyün konulu Açık Oturum’da Ömer Türker‘in bu konuda dedikleri dâhilinde yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. Ö. Türker, Tedeyyün meselesini ele almalarının bir sebebi olduğunu şöyle açıklıyor: Modernleşme süreci, aynı zamanda klasik dünyada oluşan tedeyyün (dine bağlı olma) anlayışlarının da şu veya bu şekilde sorgulandığı, kimi yönleriyle irtifa kaybına uğradığı bir sürece tekabül ediyor. Çelişkili şekilde bazı bakımlardan da amelî (pratik) hayatın güçlendiği durumlara şahit olduğumuz bir döneme tekabül ediyor. Yani bazı açılardan bakıldığında tedeyyün kapsamında değerlendireceğimiz fiillerin çoğaldığı ama tedeyyünün esasını oluşturan inanç hakikat idraki kısmının içeriksizleştiği yahut fiilleri yorumlamakla ilgili yaklaşımların yerini başka yaklaşımlara ve başka inançlara terk ettiği bir süreç… İslâm dünyasının ve genel olarak dünyanın modern dönemdeki krizinden klasik anlamıyla mütedeyyinlik (dindarlık) de tedeyyün tipleri de nasibini aldı. Burada meseleyi açmak babından dikkat edilmesi gereken hususların en önemlilerinden biri şudur: Bütünüyle İslâm tarihini, bir tedeyyün tarihi olarak okuyabiliriz. Yani biz, Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve Allah Resulünün temsil ettiği hakikat idrâkini ve ona uygun yaşamı tevarüs etme çabalarını, bir tedeyyün projesi olarak değerlendirebiliriz. Bu anlamda hadisçilik bir tedeyyün projesidir, fakihlik yani fıkıh dediğimiz ilim bir tedeyyün projesidir, bazı yönleriyle mütekellimlik, özellikle Mu’tezile’nin temsil ettiği kelamcılık bir tedeyyün projesidir. Biz sadece bu fikrî akımları değil, erken dönemde ortaya çıkan zümreleri, Hz. Peygamber’in temsil ettiği tedeyyünü tevarüs etme çabasını temsil eden muhtelif zümreler olarak okuyabiliriz. Evet evet, züht başlangıçta bir tedeyyün iddiası olarak ortaya çıkıyor sonra bu tedeyyünün nasıl temellendirileceğiyle ilgili tartışmalar bizim bildiğimiz anlamda süreç içerisinde tasavvufu doğuruyor. Yani demem o ki aslında tüm yönleriyle, nazariyatıyla da düşünsek, amelî hayatıyla da düşünsek, Müslüman olarak var olmak, bir tür tedeyyünü temsil etmek anlamına geliyor. Modern dönemde ise zihnimizin ve davranışlarımızın, klasik anlamdan uzaklaştığı ölçüde yahut kriz yaşadığı ölçüde de tedeyyün hayatımız kriz yaşıyor. Meseleyi bu bağlamda ilerletebiliriz. (…) Din de aslında tek: İslâm. (…) Dinin nazarî idrâkini ve o nazarî idrâkin en uygun yaşamını, pratiğini Hz. Peygamber temsil ediyor. Peygamber (s.a.v.), tek bir şahıs; fiilleriyle, takrirleriyle, ifade ettikleriyle, kalbinde taşıdığı manâlarla bir şahıs. Tüm ümmetin fikrî ve amelî hayatı bunun bir tafsili olarak ortaya çıkıyor ve Peygamber’in temsil ettiği bu hakikat idrâki ve uygun yaşamın bir temsilini taşıdığı iddiasında. Bu anlamda tüm akımların kendileriyle özelleşen, kendilerine özgü bir tedeyyün iddiaları var.”

Ahidnâme (anlam olarak)

 

Bismillâhirrahmânirrahîm “Ey semâvâtı ve yeri yaratan, gayb ve şehâdet âlemlerini bilen Allâh’ım! Bu dünya hayâtında senden başka bir ilah olmadığına ahdediyorum. Sen birsin ve ortağın da yoktur. Muhammed (s.a.v.) senin kulun ve Rasûlündür. Beni hiçbir hâlde nefsimle başbaşa bırakma; Allah’ım! Eğer beni nefsime bırakırsan, o beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır. Ben hiçbir şeyime güvenmiyorum. Ancak Senin yüce rahmetine güveniyorum. Seninle ahdediyorum! Şüphesiz ki Sen va’dinden dönmezsin.” İbn-i Mes’ud (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: Peygamberimiz (s.a.v.) bir gün ashâbına şöyle buyurdu: “Sizden biriniz akşam-sabah Allahü Teâlâ hazretlerinin indinde, mükâfâtı yazılamayacak kadar büyük bir sevabının olmasını ister misiniz?” Ashâbı: “Bu nasıl olur? Ya Rasûlallah!” dediler. Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Akşam-sabah bu duâyı okuduktan sonra, bir mühürle mühürlenerek Arş’ın altına konulur. Kıyamet gününde, “Rahmân indinde ahdi olan nerededir?” diyerek bir münadi çağırır. “O kimseler Cennet’e girsinler.” denilir.” (Ruhül beyan) Açıklama: Bu duayı okuyana verilecek olan mükâfatı insanlar kâtip olsa, ağaçlar kalem olsa, sevabını yazmakla bitiremeyecekleri için, bu duanın mükâfatını, Allah Teâlâ mahşerde kullarına takdim edecektir. Veminellahittevfik. Bezzazi Sığar’dan naklen zikredilmiştir ki : Şayet ölünün alnı veya sarığı veya kefeni üzerine ahidname yazılırsa, umulur ki Allah Teâlâ ölüye mağfiret eder.”


İmâm-ı Âzâm’ın Tesbih Duasının anlamı

 

İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsini yetmiş bin perde arkasından doksan dokuz gece rüyasında görmüştü. Nihayet yüzüncü gece gördüğünde sordu: “Yâ Râb! Bizler çok günahkâr kullarız, bunu itiraf ediyoruz. Bâri biraz birşey öğret de onu yapıp affına hak kazanalım” dedi. Bir rivâyete göre de: “Yâ Rabbi, bizi mahşer sıkıntısından kurtaracak şey nedir?” dedi.

Cenâb-ı Hak da, bu tesbih duasının sabah akşam birer defa okunmasını öğretti.

“Devamlı olan, ebedîliğinin sonu olmayan, tüm eksiklerden arı (tertemiz) olan Rabbimi tesbih ederim. O yüce Mevla’mı hatırlar, anarım, gece-gündüz yâd ederim. Bir tek olan Allah’ı tesbih ederim. Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ı tesbih ederim.”

“Direksiz gökleri yükseltip tutan Allah’ı tesbih ederim. Yeri, donmuş su üzerine döşeyen Allah’ı tesbih ederim. Tüm mahlûkâtı (yarattıklarını) yoktan var eden, yaratan, sayılarını bilen Allah’ı tesbih ederim. Tüm canlıların rızıklarını taksim edip hiç kimseyi unutmayan Allah’ı tesbih ederim.”

“Rabbim! Mağlubum Ben, Sen Yardım Eyle.”

 

Ekrem Demirli‘nin BİR MEKTUP GELDİ ONDAN Kur’an’ın Anlamına Yolculuk Kitabının (Fikriyat’dan) “Rabbim! Mağlubum Ben, Sen Yardım Eyle.” başlıklı yazısından birkaç alıntı bu yazıyı oluşturacak.

Doğru yolda olmak dağda gemi yapmak gibidir. Adet ve alışkanlıklarla körelmiş zihinler karşısında hakikati söylemek ve onun peşinden gitmek, dağda gemi yapmaktan öte bir şey değildir. Bu nedenle en zor olanı hakikat üzere sebat ve yoldan dönmemektir. (…)”

” Hat sanatının zarif örnekleriyle yazılmış levhalardaki bir ifade öteden beri Müslümanlara başarının tarifini verir: et-tevfik minallah ( Tevfik Allah’tan) ve Allâhu veliyyü’t-tevfik (muvaffak kılacak sadece Allah’tır). Müminler birbirlerine ‘Allah muvaffak eylesin’ diye dua eder, annenin veya babanın en hoş niyazlarından biri “Allah muvaffak eylesin, Allah utandırmasın” duasıdır. Her birimizin gün içinde müteaddit defa söylediğimiz bu ifade bize ne anlatır? Kadim kitaplarda tevfik (başarı) şöyle tanımlanır: ‘Allah’ın kulun fiillerini rızasına uygun halde yaratmasıdır’ Demek ki tevfik ve muvaffakiyet duasının özel bir anlamı ve bir istikameti var. Müminler her başarı için ‘başarı’ tabirini kullanmıyor, her başarılı kişiyi ‘başarılı’ addetmiyor. Böyle bir başarı için emek harcamayı uygun görmüyor. Onlar ilahi rızaya uygun / muvafık düşen işi ‘başarı’ sayarak onun peşinde ömür harcamayı yaşamanın anlamı kabul ediyor. Başarı ancak ilahi rızaya uygun davranışın adı olabilir. O da yine Allah’ın nasibinden başka bir şey değildir. O zaman başarı ve başarısızlık bahsini ele alırken bakacağımız yer burasıdır. İlahi rızaya uygunluk ve uygunsuzluk hali. Bir fiil ilahi rızaya uygun ise başarıdan söz edilir; buna mukabil ilahi rıza ile çeliştiği ölçüde başarısızlık vardır. İlahi rızaya uygunluk ise bizzat Allah’ın nasibidir. Hayatı bu istikamette yaşayabilmek bizi niceliksel başarının her türünden uzaklaştırır.

Hz. Nuh’tan Son Peygamber’e Kadar Müşterek Dil: ‘Yenildim Rabbim’ ve ‘Ben Yapamam!’

Hz. Nûh duasında ‘Rabbim! Ben mağlup oldum, bana yardım eyle’ nidasıyla niyaz eder. (Kamer, 10.) Bir Peygamber’in daha güzel duası olabilir mi? Hz. Nûh’un dua ettiği zamana ve zemine bakmak işin hakikatini fark etmeyi güçleştirebilir. Onun tebliğ tarihi -ki ona tarih diyeceksek eğer- kelimenin ‘dar’ anlamıyla tam bir başarısızlık tarihidir. Onun tebliği karşısında insanların inatçılığı bir deyime dönüşmüş, insanlık hafızasında yer etmiştir. Biz ‘Nûh dedi peygamber demedi’ dediğimizde, insanlığın ikinci atasının tebliği karşısında yaşanan inadı hatırlarız. Hz. Nûh böyle bir dirençle karşılaşmışsa biz de karşılaşabiliriz. ‘İnsanlığın ikinci babası’nın tebliğinin her aşaması garip tecellilerle doludur. Tevrat’ın ayrıntılı anlattığı hikâyeler Kur’ân-ı Kerîm’de ana hatlarıyla zikredilir. Hz. Nûh, yıllar süren tebliğde kimseyi ikna edememiştir. Hiç kuşkusuz ikna etmek veya inandırmak Peygamber’in görevi değildir, onlar sadece tebliğ eder. Fakat neticede Peygamber de vesiledir ve o vesileyle inananların sayısı darbımesel olacak kadar azdır. Kur’ân-ı Kerîm dokuz yüz küsur seneden söz eder. (Ankebût, 14) (…) Hz. Peygamber birkaç kişinin iman ettiği veya kimsenin inanmadığı peygamberlerden söz eder. (…) Hz. Nûh üzerinden Allah neticeye bakmaksızın başarıya odaklanmayı anlatır: Başarılı olmak, muvaffak olmak demek değildir ve bize emredilen başarısız iken de muvaffak olmamızdır. Daha doğrusu başarı ile muvaffakiyeti ayrıştırarak insanın sınırda durmasını biz Hz. Nûh’tan öğreniriz. Mesele başarılı olmak değil, ilâhî sınırda kalabilmek ve bunun için sabretmektir. Onun kıssasında dikkat çeken tek hadise iman edenlerin sayısının azlığı değildir. Hz. Nûh’a verilen emir büyük bir sınavın ta kendisidir: Bir dağın başında gemi yapmak! Sonradan gelenler bunun mucize olduğunu öğrenmişlerdir, lakin devrinde yaşayanlar için bundan büyük sınav olamaz. Bu nedenle kavmi tuzağa düşerek Hz. Nûh’a ‘bunak’ der. Biz hikayeden şunu öğreniriz: Doğru yolda olmak dağda gemi yapmak gibidir. Âdet ve alışkanlıklarla körelmiş zihinler karşısında hakikati söylemek ve onun peşinden gitmek, dağda gemi yapmaktan öte bir şey değildir. Bu nedenle en zor olanı hakikat üzere sebat ve yoldan dönmemektir. İnsanlık tarihi boyunca nice erdemli insan ‘dağda gemi yapmaya devam edecektir.’ Çünkü dağda gemi yapmak bir nübüvvet âdetidir. (…) Tebliğinin son aşaması başka tecellîleri gösterdi: Gemiye girebilecekler için dua ederken ‘ehlim (ailem) tabirini kullanmştı. Aile ve nesle dua peygamberlerin dualarında önemli bir yer tutar. Hz. Nûh’un duasına rağmen oğlu gemiye binmedi, çünkü iman etmemişti. İman bağı yoksa kan bağının anlamı olabilir mi? Demek ki Hz. Nûh da babalıkta ‘başarısızlığa’ uğramıştı. (Hûd, 25-49)