İbn Arabî’nin hemen hemen evrensel bir yayılıma sahip olan öğreti ve kavramlarından etkilenmeyişi bakımından NAKŞİBENDÎ tarîkatının istisnâî bir durum teşkil ettiği, çoğu zaman genellikle kabul edilen bir olgudur. Bu yanlış anlayışın temelinde yalnız konuyla ilgili metinleri tanımama değil, aynı zamanda hem Nakşibendî tarîkatının değişmez mahiyetini, hem de Şeyhü’l-Ekber’in eşsiz dehasını anlayamama yatmaktadır. İtidal üzerindeki meşhur ısrarı, şeriata olan bağlılığı ve ulemâ arasında her zaman edinmiş olduğu saygınlık dolayısıyla Nakşibendiyye’nin teosofik spekülasyonlarının amansız bir düşmanı ve hakîkî mistik içerikten yoksun bir çeşit mistisizm olduğu düşünülmüştür. Batı dillerinde konuyla ilgili açıklayıcı mahiyette çok sayıda önemli çalışma ortaya çıkmış olmasına rağmen, İbn Arabî hâlâ çoğu kez hemen hemen sapkın, ahlâkî ve hukûkî kayıtlardan âzade bir sistemin savunucusu olarak kabul edilir. Nakşibendiyye ile İbn Arabî arasında var olduğu düşünülen bu hayâl ürünü karşıtlık, belki de daha genel bir anlamda tüm İslâm tarihi boyunca tasavvuf ile şeriatın tamamen zıt kutupları temsil ettiğini ısrarla savunan görüşten kaynaklanmıştır.
NAKŞİBENDÎ geleneğinin EKSEN şahsiyetlerinden biri olan Müceddid Şeyh Ahmed Sirhindî’nin (v.1034/1624), İbn Arabî tarafından ortaya konulan belirli bazı düşünceleri münakaşa ettiği de göz önünde bulundurulmalıdır. (dipnot: Bu durumun yol açtığı yanlış anlama ve çarpıtmaların aşırı bir örneği, John I. Esposito’nun tamâmen temelsiz şu ifadesidir: “Sirhindi… büyük bir iiştiyakla İbn Arabî’nin bir kâfir olduğunu ifade etmiştir. oNUN YÖNELTTİĞİ ELEŞTİRİLER, İbn Arabî’nİn tam anlamıyla ÖFKELİ VE AMANSIZ DÜŞMANI ibn TEYMİYYE (V. 728/1328) TARAFINDAN YAPILANLARDAN MAHİYETÇE FARKLI OLMUŞTUR. (…)
Bununla birlikte, İbn Arabi’nin varlığından ve eserlerinden haberdâr oluş, Doğu Horasan’a ve Mâverâünnehr’e en geç ssekizinci/ ondördüncü yüzyılda nüfÛz etmiştir; bu dönem, aynı zamanda bu bölgelerde Nakşibendî tarîkatının ortaya çıktığı devredir. Bunun bir göstergesi, meşhûr Eş’ârî kelâmcısı Sa’deddin Taftazânî (791/1389)’nin Fusus üzerine bir reddiye yazmayı gerekli görmesidir. (dipnot: er-Redd ve’t-Taşnî ‘alâ kitâbi’l-Fusûs adlı)
FUSÛS’un en erken VE EN ETKİLİ İKİ ŞÂRİHİ OLAN MÜEYYİdeddİN CENDÎ (V.690 /1291) İLE SA’ÎDEDDİN Fergânî (V.700/1300) nin Orta Asya KÖKENLİ OLUŞLARI DA anlamlıdır.