Uncategorized Posts

CÂMÎ VE TASAVVUF

 

HAMİD ALGAR’IN insan yayınları’ndan çıkmış NAKŞİBENDÎLİK kitabının CÂMÎ VE TASAVVUF başlıklı bölümünden (s. 171- 183) yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Câmî’nin sûfî, âlim, şai, idarecilerin dostu gibi şahsiyetinin birtakım özellikleri arasında ilk akla gelebilecek olan, muhakkak ki birincisidir. Bunu, Câmî’nin kendi tutumunun yanı sıra en yakın şakirtlerinden birisi olan Abdülğafûr Lârî’nin görüşleri de desteklemektedir: Câmî’nin ilmî ve edebî faaliyetleri; Lârî’nin sözlerine göre, Nakşibendîliğin gerekleri doğrultusunda manevî yetkinliğinin gizliliğini temin eden unsurlar konumundaydı. (…) Câmî’nin tasavvuf tecrübesi açısından aynı derecede önem arzeden bir başka olay, özellikle de Kaşgarî’nin 1456 yılında vefat etmesinden sonra, Semerkand’da oturan ve burada Timurîler Hânedânının yönetiminde HATIRI SAYILIR BİR ETKİSİ BULUNAN DAHA ÖNCE ismini andığmız nakşibendî şeyhi Hâce Ubeydullah ahrâr’la ilişki kurmasıdır. Bu iki şahsiyetin birbirini eit bildikleri söylenebilir: Câmî, Tuhfetü’l_Ahrâr adlı mesnevîsi’ni de bu zâta ithaf etmiş ve vefatından sonra bir mersiye kaleme almıştır. Ahrâr’a gelince O da TARİKATA YENİ GİRENLERİ Câmî’den ders almağa teşvik edermiş: (…) ZamanlarIarının çoğunu karşılıklı ve manâlı sükût içerisinde geçirseler de, burada Ahrâr, ibn Arabî’nin Fütûhât’ının bazı zor kısımlarını anlaması hususunda Câmî’ye yardımcı oldu.

Câmî, NAKŞİBENDÎLİĞİN temel ilkelerini Ser-rişte-yi Tarîk-i Hâcegân (Üstadların yolunun ipucu) adlı küçük bir risâlesinde yorumlamıştır.

/Bu Fass Kelime-i Üzeyriyye’de Mündemic olan “Hikmet-i Kaderiyye” Beyânındadır/

 
Bu fassta Üzeyrî Kelimeye muhtas (özel) olan “kaderî hikmet” bahis konusu olur.Zîrâ cenâb-ı Üzeyr’in hakîkatının gereği bu olup, kader sırrının ma’rifeti tarafına rağbet eden olmuştur. Hz. Üzeyr, kudretin makdûra taalluku keyfiyyetinden taaccüb ve Hırbe karyesinin olduğu hâl üzere iâdesini istib’âd etmiş (uzak görmüş) ve “Bu harâbâtı bu hâlden sonra Allah Teâlâ nasıl ihyâ eder?” demişti. Hak Teâlâ onun isti’zâm ve istib’âdı sebebiyle iâde sûretlerinin ve kudret hükümlerinin türlerini izhâr eyledi. Yani onu yüz yıl imâte ve ba’dehû ihyâ kıldı.Bundan dolayı bu hikmet, Üzeyr (a.s.)a mukârin kılınarak kaza ve kader hükümleri bu hikmette îrâd olundu. Ve “melk” ve şiddet, Hakk’ın ve ilâhî isimlerin olup, kader sırrına ıttılâ Hakk’a mahsûs bulunduğundan, bu “kaderî hikmet”, melkî hikmeti tâkip etti. Ve bunda, fânî- fillah olup şiddetli rükn olan hakk’a ilticâ eyleyen kimsenin, hakkani ile mevcûd olduktan sonra kader sırrına ve kaderî hikmete muttali olacağına işaret vardır. Nitekim Üzeyr (a.s.) imâte ve ihyâ olunduktan sonra, kader sırrına vâkıf oldu. Bil ki, “kazâ Allah’ın şeylerde hükmüdür. Ve Allah’ın eşyâda hükmü, Allah’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin haddi üzeredir. Ve Allah’ın eşyâda olan ilmi de, ma’lûmât nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o ma’lûmâtın Hakk’a verdikleri şeyin haddi üzeredir. Yani Hak ahadî zâtında mündemic (bir şeyin içinde saklı olan) bi’l-cümle ilâhî sıfatları ve isimlerinin kuvveden fiile zuhûrunu murâd eyledikde, rahmânî nefes ile, o isimlerin mazharlarının sûretleri ilâhî ilimde peydâ ve herbirerleri ilmen tayin edilmiş olup, birbirinden mümtâz (seçkin) oldular. Ve ilâhî isimlerden her birinin istidâdı, hâssıyyeti ne ise, o sûretlerin her biri de tâbi olduğu ismin yetenek ve hâssıyyetini hâiz oldu. ve o şeyler, saadet ve şakâvetten ve iman ve küfürden ve ikbâl ve idbârdan (talihsizlikden) ve kemâl ve şekâvetten ve iman ve küfürden, vs. hâller ve levâzımından ilâhî ilimde ne sûret üzerine tayin edilmiş oldular ve Hak onları ne sûret üzere bildi ise, onlar hakkında ol vech ile hükm eyledi. Demek ki Hakk’ın bilinen şeyler üzerindeki hükmü, o şeyler zatî istidatlarıyla Hakk’a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi üzeredir. İşte “kazâ” budur; ve bu hükümde tevkît (vakitlendirme) yoktur. Zira bu hüküm, zât-ı Hakk’ın aynı olan ilâhî ilimde nefisleriyle var olmayan (ma’dûm) şeyler üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur. ——————- DEVAMINI OKU —————————— Ve “kader”, eşyânın (şeylerin) “ayn”ında ve nefsinde sâbit olduğu şey üzerine; hükmün min-gayri-ziyadetin tevkîtidir. Yani “kader”, ilahî ilimde şeylerin “ayn”ı gereğince verdiği hükmü ve hâlleri, muayyen vakitte ve mukadder zamanda icrâ edip, ızhar eylemektir. Dolayısıyla kader, bilinen hakîkatlerden her birisinin ahkâm ve ahvâlini belirli sebep ile belirli vakitte tayin eder; ve o ahkâm ve ahvâl o vakitten aslâ ileri; geri gitmez.Bu sûretle kader, kazânın tafsîli olur. Ve “kazâ”, ilm-i ilâhî-i zâtî-i ezelîde eşyâ-yı ma’lûme üzerine ne şey hükmetmiş ise, / “kader” o şeyi ziyâde ve noksan olmayarak bi-hasebi’l-ezmân (zamanlarına göre) takdîr eder. İmdi (şu halde) ilâhî kazâ şeyler üzerine ancak eşyâ ile hükm etti. (…) Dolayısıyla Hak Teâlâ hiçbir ferd üzerine, hâriçten bir şey ile hükmetmez. Ancak o ferdlerin her birisi, zâtî istidâdı hasebiyle Hakk’a bir hüküm verir. Ve Hakk’ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini, Hakk’ın üzerine hükm eyler. Ve bu ayn-ı sırr-ı kaderdir. Buna ıttılâ’, müşâhid olduğu hâlde, kalbi olan ve ilkâ-yı sem’ eden kimseye mahsûstur. Yani “kazâ”nın eşyâ üzerine, yine eşyâ ile hükmetmesi keyfiyyeti, halâyık üzerine hâkim olan kader sırrının hakikatidir; ve bu kader sırrına ıttılâ, ancak mazharlarda Hakk’ın nurlarını müşahede edici olduğu halde, hissî ve aklî mazharlarda Hak ile mütekallib (değişen) kalbe mâlik bulunan ve îman nuruyla işiten kimseye özgüdür. Bu vasıfları hâiz olmayan kader sırrına muttali olamaz. Şu halde hüccet-i baliğa Allah için sâbittir. Cezâ gününde bunun sûret-i sübûtu, âtideki suâl ve cevâbdan anlaşılır. Cenâb-ı Zü’l-Celâl Hz.: Ey Kâfir, âsî ve câhil kullarım ameliniz hasebiyle hakkınızda tertîb ettiğim cezâyı çekiniz! Ehl-ikab: yâ Rab! küfrü, isyânı ve cehli, sen bizim üzerimize takdîr ettin. Senin takdîrin ile bizden sâdır olan amellerden dolayı şimdi bizi muâheze etmen ve tâkatimizin hâricinde olan şeyi bizden taleb etmen hakkımızda zulüm olmaz mı? Cenâb-ı İzzet: Benim kaza ve takdîrim ilmime tâbidir; ve ilmim de, bilinen isti’dadınıza tâbidir. Ezeldeki sözleşmemize bağlı kalarak, Ben de öylece hükmettim ve zâtınızda meknûn olan şey üzerine varlık ifâzâ edip, o şeyi icâd ve ıshâr eyledim. Dolayısıyla Sizden sâdır olan küfür, isyan ve cehil, ancak sizin zâtınızda potansiyel olarak var olan şeydir. Ben yalnız varlık ifaza edip, onları icad ve ızhâr ettim. Şu halde ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize zulmettiniz. Ve sizin talebiniz dışında size birşey vermedim.

FÎHİ MÂ FÎH’den alıntılar

 

“Âlem gafletle kâimdir. Eğer gaflet olmasa, bu âlem baka (Baki olma) bulmaz ve Hak şevkı ve âhiret yâdı, şükür ve vecd o âlemin mimârıdır. Eğer herkes bu cihete dönse, hep o âleme gitmemiz ve burada kalmamamız lâzım gelir. Halbuki iki âlemin kıyâmı kıyâmı için, Hak Teâlâ Hazretleri burada olmamızı murâd eyler.”

“Takdîr-i ilâhi’yi bilmez, kul eder tedbîr / Meşhûr meseldir bu, tedbîri bozar takdîr.”

“Halk, azim ve tedbirlerin bâtıl olduğunu ve hiçbir işin kendilerinin murâdı üzere meydana gelmediğini yüzbin kere görmüşlerdir. Hak Teâlâ onlara bir nisyân musallat eyleyip, bunların cümlesini unuturlar ve kendi düşünce ve ihtiyarlarına tâbi olurlar. “Allah kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfâl, 8/24)

“İbrâhîm Edhem (k.s.), pâdişahlık zamânında ava gitmiş idi. Bir âhûnun arkasından, askerinden tamâmiyle ayrılıp uzak düşünceye kadar koştu. Ter içine battı. Hâlâ o beyâbanda izler idi. İzleme hadden aştı. Âhû söze gelip yüzünü arkasına çevirerek dedi: “Seni unun için yaratmadılar” ve beni avlamak için getirmediler. Haydi beni sayd ettin farzet; acabâ ne hâsıl olur? İbrâhîm (k.s.) bunu işitince bir na’ra vurup kendisini atından aşağıya attı. O sahrâda çobandan gayri hiç kimse yok idi. Murassa’ olan şâhâne libasını, silah ve atını çobana verip, onun sırtına giydiği abâyı kendisine vermesini ve bu hâli hiç kimseye söylememesini ve kimseye ahvâlinden nişan vermemesini ricâ etti; ve o abayı giyip yola çıktı. Sen şimdi onun garazına bak ki ne idi; ve Hakk’ın maksûdu ne idi. O âhûyu sayd etmek diledi; Hak Teâlâ ise, onu âhû ile sayd etti; tâ ki bu âlemde Hakk’ın murâdı vâki olur idiğini bilesin.”

Bedevîler Küfür ve Nifak bakımından daha beterdir

 

“Bir kimse imamet ediyordu; (Tevbe, 9/97) yani “Bedeviler küfür ve nifâk bakımından, daha beterdir.” ayet-i kerimesini tilâvet etti. Meğer bedevîlerden bir arap orada bulunuyormuş. Ona şiddetli bir tokat vurdu. İmam ikinci rek’atte (Tevbe, 9/99) yani “Bedevîlerden öylesi de vardır ki Allah’a ve âhiret gününe inanır” âyet-i kerîmesini okuyunca, o arap “Bir tokat seni ıslah etti” dedi. / Her neyi önümüze çeker isek, gayb cânibinden her dem tokat yeriz. O tokat ile bizi ondan teb’îd ederler (uzaklaştırırlar). Yine başka bir şeyi önümüze çekeriz, yine böyle olur. Nitekim “Bizim hasf ve kazfe tâkatımız yoktur” ve “Kat’-ı evsâl, kat’ı visâlden daha ehvendir” denilmiştir. “Hasf”dan murâd, dünyaya dalıp, ehl-i dünya’dan olmaktır; ve “ehl-i kazf”den murâd da, evliyâullâh’ın gönüllerinden çıkmaktır. (…) Şimdi… Mürîd dahi şeyhin gönlüne girmek için temelluk ve hizmet etmek lâzımdır. El-ıyâzü billâh, mürîdden şeyhe hoş gelmiyecek bir şey sâdır olup da, mürşidi onu gönlünden çıkarırsa, ekl edilip ekşimesi hasebiyle dışarıya çıkarılan ve cüz’i âdemî olamayan taâma benzer. Zîrâ o mürîd dahi, mürûr-ı eyyâm ile şeyh olacakdı; nâ-hoş hareketi sebebiyle gönülden dışarıya atıldı. Şiir / Tercüme: “Senin aşkın âlemde münâdîlik edip, nihayet gönülleri şûr u şerrin eline teslim etti. Ondan sonra o gönüllerin cümlesini yakıp kül etti ve getirip bî-niyâzlık yeline verdi.”

Hâkister olan gönüllerin zerreleri o bî-niyâzlık yeli içinde raks ederler ve na’ra vururlar. Eğer böyle olmasalardı, bu haberi kim getirir ve her dem bu haberi kim tazeler idi? Ve eğer gönüllerin kendi hayâtını, o bâd-ı bî-niyâz içinde yaktıklarını ve o bâda karıştığını görmeseler idi, onda yanmağa nasıl bu kadar rağbet ederler idi. Şehevât-ı dünyâ ateşleri içinde yanıp kül olan gönüllerin hiçbir sıyt ve revnakını görüp işitiyor musun? Şiir: Tercüme: “İsrâf benim ahlâkımdan olmadığı ma’lûmdur. Rızkım olan şey muhakkak bana vâsıl olacaktır. Rızk için koşup onu aramak beni yorar. Eğer oturursam rızkım bilâ-zahmet bana gelir.”

Din Esaslı Âlem Anlayışından Dindışı DünyaGörüşüne

 

Müslümanlık, bireyin olduğu kadar, toplumun da yaşama tavrı ile uslûbunu tümüyle belirler. Bundan ötürü, Müslümanlaşmış toplumların özellikleri arasındaki farkların zamanla en aza indiği bir tarihî gerçekliktir. Bu gerçeklik, Onsekizinci yüzyıldan itibâren Batı Avrupa’dan çıkıp yeryüzünün dört bir yanına yayılan Milliyetçilik akımlarının, İslâm âlemini de etkileri altına alıncaya değin sürüp gelmiştir. Haddizâtında, Arnavutlar ile Boşnaklar gibi, Müslümanlaşmış olanların dışında kalan Avrupalı toplumlar, kavmî ile mahallî özelliklerini Hıristiyanlaştıktan sonra da sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan 1789 İhtilâlikebîrle Milliyetcilik, dağınık, yine de, kendini hep duyuran bir hâlden toplumları bütünüyle belirleyen etken olmağa dönüşmüştür. Nitekim İhtilâlikebîrin, millî toplumdan murâd ettiği biçimbirliğine (Fr uniformite) eriştirilmiş, kuralı bozacak unsurlardan, istisnâlardan temizlenmiş toplumdur.Sonuçta, öncelikle Kavmî milliyetçilik, bağrında farklılıkları, değişken unsurları barındırmayan tek biçimli ( uniforme) toplum oluşturma ülküsünün takipçisidir.

Toplumların kavmî ile mahallî özellikleriyse, Avrupa’nın kilisedışı dünyevî vechesi olarak temâyüz etmiştir. Daha İlkçağda Avrupa, bir yanda Roma’nın siyasî ile medenî hâkimiyetindeki Latin dünyası ile ile onun kuzeyinde sık, soğuk ormanlarda yaşayan Germenlerin yurdu şeklinde cepheleşmiştir. Hıristiyanlığın kabulünden sonra, başta Katolikliğin merkezi İtalya -Vatikan- olmak üzre, Latin Güney Batı Avrupa, Kilisenin ilahî kudretini, inişli çıkışlı dahi olsa, aşağı yukarı Onaltıncı yüzyıl ortalarına değin kıtanın her tarafına duyurmuştur. Anılan yüzyılda, Kilisenin sarsılmaz diye kabul olunan dinî-uhrevî kudretine, başta Almanya olmak üzere, öncelikle kuzey ülkelerinden gelen dünyevî yahut en azından yarı-dünyevî nitelikli meydan okumalar, hız ile güç kazandırmışlardır. Böylelikle öteden beri az yahut çok hüküm süren Latin-Germen sürtüşmesi daha bir şiddetlenmiştir.