Uncategorized Posts

“Dinî Söylemde Tarih”

 

“Din ile tarih arasında karşılıklı bir ilişki dikkati çeker. Tarih, bir yandan tarihi, dinî tecrübenin gerçekleştiği, yaşandığı, kutsalın kendisini ifade ederek tezahür ettiği bir süreç olarak ön plana çıkarken bir yandan da dinin hakikat mesajının kendisine kazandırdığı anlamla kutsallaşır. Bu doğrultuda üstün güç tasavvuruyla birlikte dinî tecrübenin temelinde yer alan kutsal, hem tarihte tezahür eden bir fenomen hem de tezahür ettiği zaman dilimini kutsallaştıran bir özellik taşır.

Böylelikle dinî söyleme yönelik içeriden bir bakışla yani dinin kendisinden, kendi referanslarından hareketle dinin tarih algısı zaman ve mekân boyutunda tecrübe edilen kutsal tasavvuruyla iç içedir. Bu bağlamda tarih kutsalın tezahür ettiği zaman ve mekâna dair sürecin ifâdesidir. Mircae Eliade’ın hiyerofani şeklinde kavramsallaştırdığı kutsalın tezahürü ilgili zamanın ve mekânın da kutsallaşmasını sağlar. Bu şekilde dinî söylemde zaman ve mekân profan (dine kayıtsız) bir yapıdan uzaklaşır ve kutsaldan ayrılmaz bir karaktere bürünür. Dolayısıyla kutsalın tezahür ettiği bir süreç olarak tarih, din açısından kutsal bir zaman dilimi olarak algılanır.

“Yüzleşme için iki yüz lâzım. Batı kendini tanıtacak bir yüze hiçbir çağda ulaşamadı.”

 

İSMET ÖZEL‘in AVRUPA’NIN DÜNYASI, DÜNYANIN AVRUPASI başlıklı yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Neredeyiz, nereden nereye bakıyoruz? Bu suâl hangi hükmü vereceğimiz söz konusu olduğunda bizi tereddüt içinde bırakacaktır. Toplumun üst tabakasına mensup iseniz dünya meselelerinin tespiti ve hâl yolu hususunda yetkeye karşı cüretkâr olmanızda şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim Lord Bertrand Russell ancak toplumdaki mevkiinden bilistifade söz ve davranış hürriyetinden yararlandığı için kendi ülkesinde hicvedilmiştir. Hakkında dava açılan bir Lord olunca iş tersine dönüyor. Yetke karşısında şöhreti her türlü densizliği yapmasına yetecek kadar yaygınlaşmış Oscar Wilde kendisine toplum önünde hakaret eden Lord hakkında bu sebepten ötürü dava açınca davanın görüldüğü mahkeme şikâyetçi İrlanda asıllı yazarı yazarı Reading zindanına kürek mahkûmu kürek mahkûmu olarak göndermekte gecikmemiştir.

Dünya tarihi hususunda kafa yoranlar şu iki durumdan kendilerini uzak tutamaz: Bunların ilki hayatlarını şehir düzeni ile idâme ettirenlerle göçebeler, yani Grek uydurmacasına göre barbarlar arasındaki ilişkidir. Diğer ikinci duruma ise müstemlekeci siyaset dememiz gerekiyor. Şehirli ile barbar arasındaki zıtlaşmayla her zaman diliminde, dünyanın her yöresinde, her kültürde karşılaşmamız mümkündür. Oysa müstemlekecilik der demez karşımıza sadece Avrupa çıkıyor. Çünkü dünyada keşfettikleri dünyayı kendi aralarında paylaşan bir başka toprak parçası yok. Dikkatimizi Avrupa’nın dünya ile ilişkisine çevirdiğimizde kendimizi iğneden ipliğe ilgilendiren bir mesele karşısında buluyoruz. Çünkü müstemlekecilik eteklerinde asrîliği, yani çağdaşlaşmağı, aydınlanmayı ve bilimin hurafeye karşı zaferini sürüklüyor.

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin Fîhî Mâ Fîh isimli eserinden alıntılar

 

Tercümesi merhûm Ahmed Avni Konuk’a ait olan, merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından Hazırlanan ve İZ Yayıncılıktan 82. Kitap olarak (8. Baskı; İstanbul, 2009) çıkmış olan bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İlâhî menşe’li (menşe: köken) olan kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, zaman ve mekân boyutlarını aşmış ve lâ-yuhtî dir (hatâsız). Günümüze kadar yapılmış tefsirler ise beşerî olduğundan bu özelliği taşımazlar. Mehmed Âkif’in: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” beyti bu anlayışın bir aks-i sadâsıdır. (…) Bu ilahî kelâmı zamana bağlı kılmak ise doğru olmaz. Fikirler, tefsirler, ictihadlar eskiyebilir; fakat O kıyâmete kadar hep yeni kalacaktır.

Muhammed (s.a.v.) gülzârında (gül bahçesinde) yetişmiş ve dünyâya o bahçenin râyihasını ulaştıran gönül erleri, bu ilâhî kaynağın ilham sunucularıdır. İşte Hz. Mevlânâ’nın eserleri arasında bulunan Fîhi Mâ Fîh de, bu ilâhî boyuttan uzanan hikmetler yumağından örülmüş bir kaftan ve Rabbânî bir ilhamdır.

Merhûm Ahmed Avni Konuk’un, Farsça aslından yapmış olduğu bu tercüme eseri, günümüze ulaştırmak istedik. Bu eser kütüphânelerde mevcut yedi-sekiz nüshanın karşılaştırılması sûretiyle hazırlanmış olması bakımından da ayrı bir husûsiyet taşımaktadır. (…) Neşre hazırladığımız Fîhi Mâ Fîh adlı eserin yazma bir nüshası Konya Mevlânâ Müzesi kütüphânesi 3895 numarada kayıtlıdır. Mukaddimesinin sonunda mütercimin imzası bulunmaktadır. (…)

Biz bu çalışmamızda Konya Mevlânâ Müzesi kütüphânesindeki nüshayı esas aldık ve Sâdık Kurç beye ait nüshadan da faydalandık. (…) Bu eserin neşri hazırlıklarında mukabele ve genel tashihi ile birlikte, dip notlardaki Mesnevî beyitlerini bulmakta büyük yardımları olan, lügat ve indeksleri hazırlayan muhterem Prof. Dr. Mustafa Tahralı beye şükranlarımı arzediyorum. Bu güzel eserin, gönüllerimizin inbiği, kimliğimizin mühürü, uzun ve meşakkatli hayat yolumuzun rehberi olması dileğimizdir. Dr. Selçuk Eraydın Erenköy 17 Aralık 1993

“Hak Teâlâ buyurur ki: Ben sizi ve evkat (vakitler), enfâs (nefesler), emvâl (mallar) ve rûzgârınızı (zaman,devir, dünya) satın aldım. Eğer bana sarf eder ve bana verir iseniz, onun bahâsı cennet-i câvidândır (ebedî cennet). İşte benim indimdeki kıymetin budur. Eğer sen kendini cehenneme satar isen, kendine zulm etmiş olursun.” (s. 18)

‘İnsân-ı Kâmil’den alıntılar

 

Abdülkerîm el- Cîlî‘nin bu eseri Abdülaziz Mecdi Tolun tarafından tercüme edilmiş ve merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal ekibince yayına hazırlanmıştır. İZ Yayıncılık 4. Baskı, 2015.

“Cîlî, bu kitapta genel olarak varlık meselesini ele alır ve özellikle Tasavvuf Tarihinde Varlık meselesini en geniş şekilde inceleyen İbnü’l- Arabî’den aldığı felsefî ve tasavvufî terimleri, İbnü’l-Arabî’nin yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. Bu düşünce de vahdet-i vücûd dan başka bir şey değildir. (…) Cîlî’nin varlığın tabiatı ile ilgili doktrini İbnü’l- Arabî’den mülhem üç eksen etrafında dönmektedir; bunlar zât, sıfât ve isimlerdir. Cîlî mutlak olarak sıfatı, mevsufun hâlini bildiren veya hâlinin bilgisine ulaştıran şey (dipnot: Cîlî, el-İnsânü’l-Kâmil, s.20.) şeklinde tanımlar. Yani Sıfat, mevsuf hakkında bilgi veren şeydir. Onun görüşüne göre, sıfatlar ile meydana geldiği hakikatler arasındaki fark, ancak olgular âlemi için söz konusudur. Çünkü sıfat bu âlemde mevsufun aynı değildir. Ancak hakikat âleminde, yani batın âleminde gayriyet yoktur. İlâhî Zât, ya da Mutlak Vücûd, ilâhî sıfatların ‘ayn’ ıdır (hakikatidir). Âlem, mazharlarda (zuhûr yerlerinde) tecellî eden ilâhî sıfatların dışında müstakil bir şey olmadığına göre, şöyle denilebilir: ilâhî zât ve âlem ya da hak ve halk hakikatte aynı şeydir. Cîlî, haricî âleme gerçek bir varlık nisbet etmekte tereddüt göstermez. Bununla birlikte haricî âlemin Hakk’a nisbetinin, ‘kabuğun öze’ nisbeti gibi olduğunu söylemekte.

“İmtihan yeri”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında İMTİHAN YERİ başlığıyla çıkan yazısının (https: // istiklalmarsidernegi.org.tr/İsmet Özel?Id) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Dünya Neresidir? Bu suale Müslümanların verdiği cevabın imtihan yeri olması gerekiyor. Çünkü Müslümanlar dünyaya Allah tarafından kalubelada verdikleri söze sadık kalıp kalmadıklarının görülmesi için gönderilmişlerdir. (…) Ruhunu dünya hâkimiyetinin bedeli olarak şeytana satanların inşa ettiği medeniyette Allah’a hesap verme fikri çağlar boyunca ya mütemadiyen ikinci plana itiliyor veya mahiyet değiştiriyor. Kâfirler hayatlarında ne dünyanın imtihan yeri olduğu kavrayışına esaslı bir yer ayırıyor, ne de dünyanın âhiretin tarlası olduğu fikriyle hareket ediyor.

Türk milleti olarak imtihan edildiğimiz şeylerin başında Misâk-ı Millî gelir. Her Türk batıda Selanik’te başlayıp Varna’da sona eren, kuzeyde Batum’u, güneyde Musul vilayetini ve güney-batıda Halep’i içine alan hudutların millî sözleşmeyle tayin edilmiş hudutlar olduğunu bilmek, akıl erdirmek zorundadır. Misak-ı Millî üzerine Meclis-i Mebusan yemin etmeden önce Beşiktaş Jimnastik Kulübü Balkan topraklarının yeniden ele geçirildiği güne kadar armasındaki kırmızı rengi matem rengi olan siyaha çevrilmesine karar vermiştir. Bunlar Misak-ı Millî ile ilgili başlangıç bilgileridir. Üzerine eğildiğimizde Türklerin ne büyük haksızlıklara maruz bırakıldığını göreceğiz. Türk tarihi hakkında doğru bilgi edinmek işin girişindedir. Elimizi kaldırılacak taşın altına koymanın asıl vazifemiz olduğu bilinci haylidir bizi bekliyor.