“Cumhuriyet’in Temel ‘Dinî’ Kurumunu Bir Asır sonra Yeniden Değerlendirmek (İmkânlar ve Problemler)”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın bu yazının da başlığını alıntı olarak teşkil eden başlık altındaki yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” (Hıristiyanlıkta olmasına rağmen) İslâmlıkta din ile dünyanın ayrılması yoktur. Daha doğrusu İslâmlık dünyayı esas tutar, akla dayanır; halk idaresini, dinî hükümlerin zamanla değişeceğini kabul eder; hiçbir dogmaya meydan vermemek, her şeyi akıl hududu içinde mütalaa etmek ister. (…)

Bizce laiklik tabirinden anlayacağımız mâna, din ile dünyayı ayırmak değil, dinin ayrı bir sınıf elinde olarak dogmalaşmış esaslara bürünerek dünya işlerini tahakkümü altında bulundurmasının önüne geçmektir. Laiklik inkılap namına ne yapıyorsak, hepsini İslâm olduğumuz halde yapabiliriz. Fakat eğer, din ile dünyayı ayıracağız dersek İslâmlıktan uzaklaşmış, dinsizlik yapmış oluruz. Hıristiyanlık dünya işlerinden uzak olarak yaşayabilir, İslâmlık ise yaşayamaz. (…)

(…) Bizde dini, cemiyetin (ve devletin) dışına atmak değil, bilakis inkılabın emrine vererek yaşatmak lâzımdır. Camileri yıkıp, terk edip onların yerine halkevleri yapmak suretiyle hedefimize varamayız. Her zaman camide toplanan halka oradan sesimizi duyurmak, oraları modern modern halkevleri haline koymak, din sınıfını (din adamlarını, ulema ve meşayihi) ortadan kaldırmak, herkesi din ve dünya namına konuşturmak (dinî ferdîleştirmek, otorite fikrini zayıflatarak dini herkesin konuşabileceği bir alan haline getirmek) mümkündür. İslâmlık bu bakımdan en modern, en ileri bir dindir.”

Diyanet İşleri Başkanlığı bütün problemlerine rağmen Cumhuriyet ideolojisinin ve idaresinin (isterseniz Cumhuriyet devri din-laiklik ilişkileri alanına dair tecrübemizin diyelim) en başta gelen kurumlarından biri olarak müsbet ve menfi taraflarıyla ciddî bir değerlendirmeyi ziyadesiyle hak ediyor. Bu değerlendirmenin aynı zamanda gelecekte yola nasıl devam edeceği (miz) yahut etmesi gerektiği arayışlarına da şu veya bu düzeyde ışık salacağı şüphe götürmez. Onun için kurumsal yapının ne olduğu- ne olmadığı ile başlamak uygun olabilir. Kurumsal bir yapıdan, işlerliği olan bir manzumeden bahsedebilmek birbiriyle irtibatlı asgari üç unsurdan söz açmakla mümkün olabilir. Bunlar sırasıyla;1. Kurucu fikir yahut kuruluş felsefesi, 2. Tüm kademeleriyle kurumlaşma, 3. Kurumun üslubu, kendini ifade ediş biçimleri; bunlara işaret edecek unsurların, sembollerin ete kemiğe bürünmesi, belirginleşmesi,yer(li)leşmesi.

İlk sırada olan ve alttaki süreçleri etkileyen, belirleyen kurucu fikir ve felsefe, kurumla bir ülke, bir millet, bir bilgi-kültür-anlayış-inanç dünyası ve bir insan unsuru arasındaki ilişkileri, merkez ve çevre halkalarını gözeterek tesis eden fikir, ayrıca değişen şartları ve yeni ihtiyaçları sürekli göz önünde bulundurarak kendini yenileme kapasitesine sahip düşünce manâsına geliyor.

İkinci sıradaki kurumlaşma, kurucu fikir ve felsefeye göre şekil alır. Bu sebeple kurum sadece dış yapıdan, -bugün çoğunlukla anlaşıldığı gibi- dört duvardan, içine gelişigüzel yığılmış, yerleştirilmiş eşyadan, araç gereçten, oturma-yerleşme biçimlerinden ibaret değildir; kurucu fikre göre bir mimari arayışı, bir konumlanma-duruş ve tavır alma biçimidir; aynı zamanda bir tezahür tarzıdır. Kurumun bulunduğu yer, mimarisi, sokak ve mahalleyle, şehirle , etrafındaki yapılarla ilişkileri, istikâmeti, malzeme kullanımı, estetiği, ışık ve gölgesi, görünüşü- dış ifadesi, sembolleri… bu ikinci maddeye dahildir.

Bu iki madde bizi en incelmiş alan olarak fikrin-kurumun üslûbuna, ifade ve tezahür tarzlarına, diline çıkarır. Hemen her sahada önemli olan üslubun din ve diyanet alanı söz konusu olduğunda çok daha fazla önem kazandığını söylemek bile fazladır.

Diyanet İşleri Başkanlığı Bir Kurucu Fikir Aramak …

Bu kurumun kuruluş aşamasında açıklıkla ortaya konmuş yahut sonradan iliştirilmiş- yüklenmiş bir kurucu fikri var mı sorusu cevapsız bir sorudur. Cumhuriyet ideolojisinin dinle ilgili bütün kurumların ve meselelerin mevzuatını biraz bilerek, bir miktar da hazırlıksızlık sebebiyle muğlak ve müphem bırakılmayı tercih ettiği bir ortamda zaten tasrih edilmiş bir kurucu fikir aramak beyhude bir çabaya dönüşecektir. (O kadar ki Diyanet laik kurum mudur yoksa dinî bir kurum mudur sorusunun bile cevabı yoktur, bugün de yoktur.) Bununla beraber Diyanet’in müphem kurucu fikri etrafında bir anlama çabası iki noktaya yoğunlaşabilir. Bunlardan biri Diyanet’in de kurulduğu 3 Mart 1924 tarihi üzerinden aranabilir.

Bu tarihte, Diyanet’in kuruluş şartlarından bağımsız olarak ele alınamayacak üç önemli kanun çıkarıldı. Hilafeti ilga eden kanunlardan biri, sadece hilafetin ilgasını değil aynı zamanda devletin “dinî” kimlikten, manevî-metafizik unsurlardan bütünüyle soyutlanmasını, ayrıca Türkiye’nin İslâm dünyasıyla merkezî irtibat noktası olan on üç asırlık bir makamı ortadan kaldırıyordu. İkinci kanun, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ise Türk eğitim sistemini “dinî” içerikten uzaklaştırmış ve örgün din eğitimini büyük ölçüde (1933 yılında bütünüyle), yaygın din eğitimini ise tamamen ortadan kaldırmış oluyordu. Üçüncü kanun Ankara’ya mahsus bir tecrübe olan Şer’iye ve Evkaf Vekâletini ilga eden ve din işlerinin idaresini Başbakanlığa bağlı bir başkanlık (riyaset) derecesine indirerek DİB’na (Diyanet İşleri Başkanlığı’na) devreden kanundur.

Diyanet’i kuran kanunun gerekçesinde, kurucu fikre dair belli belirsiz işaretlerde bulacağımız şu ifadeler yer alıyor:

“Din ve ordunun siyaset cereyanlarıyla ilgilenir olması birçok mehâzîri (dilekçeleri) dâvet eder. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked