Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I, Nuh Fassından alıntılar

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin (m.1165-1240) eseri olan Fusûsu’l Hikem‘i Arapça’dan Harf Devrimi öncesi Türkçe’ye merhum Ahmed Avni Konuk (m.1868-1938) çevirmiştir. O çeviriden de günümüz Türkçesiyle eseri dört cilt halinde yayına hazırlama işini Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın(1937-1995) gerçekleştirmişlerdir.

“Bakara, 2/185 âyet-i kerîmesinde beyan buyrulduğu üzere Muhammedî din’de kolaylık ve bu din ile mütedeyyin (dinine bağlı kimse) olanlar için de tahfîf (hafifletme) vardır. Böyle olunca Muhammedî din teşbih ve tenzîh işini ‘Leyse kemislihi şey’ün'(Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesi gibi bir âyette ‘Onun benzeri gibisi (dahi) yoktur.’ topladı. (s.280)

Diğer resûllerin daveti ile, risaletin sığınağı (s.a.v.) Efendimiz’in daveti arasındaki farkın sebebi budur ki, her bir resûle risalet ilminden verilen şey, fazlasız ve noksansız, ümmetinin istidâdına göredir. Ve Zahir ismi hasebiyle ilahî kemâllerin şehâdet mertebesinde zuhuru ise tedrîcîdir, bir defada olan değildir. Bu hakikat tabiat kitabını tetkik eden filozoflar ve fen erbabı gibi teorik akıllar ehlince de teslim edilmiştir. Ve âlemin sûretlerinden her bir sûretin kendisine mahsus birtakım değişimleri / başkalaşımları, başlangıca ait, ortalama ve son-bulma ile ilgili hâlleri vardır. İnsanların zekâ ve irfanları da bu kaideye tâbidir. Dolayısıyla önceki resûllerin getirdikleri şerîatlar, kendi ümmetlerinin istidadları gereğidir. Onun için kimi sırf teşbihe kimi sırf tenzihe ve kimi müteferrik (farklı) surette kâh tenzihe ve kâh teşbihe davet etti. Fakat (S.a.v.) Efendimiz âhir zaman peygamberi olup ümmeti en sonra geldiğinden ve onların zekâ ve irfanları, günümüzde şâhid olunduğu üzere, kemâl derecesini bulduğundan Kur’an ile geldi. Zîrâ bugün yerküre üzerinde bulunan ve muhtelif dinlere mensup olan insanların cümlesi Kur’an’a davet olunduğu için, hepsi Muhammed ümmetidir. Şu kadar ki bunlardan üçyüz milyonu bu davete icâbet etmiş ve diğerleri el-ân davet edilmektedirler. Ve pey-der-pey hallerin hakikatlerinin, zekî mütefekkirlerce kabulü umulurdur. Nitekim Avrupa fenler erbabı şimdiden varlığın birliğini İdrâke bile başlamışlardır. (s.280)

Nuh kavminin Kur’an’a istidâdları olup da Cenab-ı Nûh da onlara lafız olarak cem makamını gösteren bu âyetin mislini getireydi, icabet ederlerdi. Zîrâ Muhammed (s.a.v.), bir âyette, yani leyse kemislihi şey’ün âyet-i kerîmesinde ve belki bu âyetin yarısında, yukarıda açıklandığı yön ile teşbih ve tenzîh arasını topladı. Fakat onlarda bu istidâd olmadığı için teşbih ve tenzihe farklı surette davet etti. Şöyle ki, onların akılları ve rûhâniyetleri yönünden, onları geceleyin yani bâtına ve gayba, davet eyledi. Çünkü akıllar ve rûhaniyet gaybdır. (s.281)

Bilinsin ki, gayb ikidir: Birisi ‘hakiki gayb’dır ki, mutlak zât ve gaybın anahtarları olan esmaî hakikatlerdir. Zîrâ mutlak zât taayyünsüzlük mertebesi olduğundan, ondan sonraki mertebelerin hepsinin gizliliklerinin en gizlisidir. Ve gaybın anahtarları olan esmaî hakikatler yani a’yân-ı sâbite, her ne kadar taayyünsüzluk mertebesinden sonra ise de, ilmî mertebe olmak hasebiyle âlem-i ibda (yaratmayla ilgili âlem) olan ruhlar ve misal ve hazret-i şehadet mertebelerine göre gaybdır; ve mutlak zâtın tecellîleridir. İkincisi ‘izafî gayb’dır; ve o da emr âlemidir; ve akıllar, nefsler ve ruhların yaratmayla ilgili âlemidir. Ve emr ve yaratmayla ilgili âlem de bize izâfetle gayb ve karanlık olduğu için gecedir. Ve hakiki gayb olan mutlak zâta ve manâlar âlemi olan zatî esmâi hakikatlere nisbetle şehadet ve aydınlık olduğu için gündüzdür. Bu bakımdan Cenâb-ı Nûh’un daveti, kavminin akılları ve rûhaniyetleri yönüyle gayb âlemine ve beşeri gamlar-tasalardan ve imkanî hükümlerden soyutlanmaya idi. Bu ise onların istidadlarının gereğine muhalif olmakla icabet etmediler. Daha sonra onların istidadları gereği olan şeye, yani sûretlerinin ve cisimlerinin zahirî yönünden cismanî işler maişetleri hakkındaki hükümlere davet etti. Bu iki davetin birbirine aykırı olduğunu gördüklerinden kavminin hayret/ ve dalâleti fazlalaştı. (s.282) Ve Nuh (a.s.) ‘leyse kemislihi şey’ün’ âyet-i kerîmesinde olduğu gibi davette tenzih ve teşbih arasını bir araya getirmeyip, böyle kâh bâtına ve kâh zâhire davet ettiği için kavminin bâtınlarını ürkütüp kaçırttı. Ve Cenâb-ı Nûh’un bu suretle daveti bazı eksik akıllar erbabının sandığı gibi marifet noksanı değil, belki marifet kemâlini gösterir. (s.282)

Kısacası, Cenâb-Nûh’un davetine onlar fiilen icabet ettiler; ‘lebbeyk’ ile icabet etmediler. Eğer ‘lebbeyk’ ile icabet edeydiler, böyle setr (örtme) fiili icrâ etmezlerdi. Halbuki Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm)ın daveti, Cenab- Nuh’un daveti gibi, farklı surette kâh farka ve kâh cem’a değildir. (s.282) Onun davetinde mislin hem isbatı hem de nefyi (olumsuzlama) olduğundan fark ve cem toplanmıştır. (s. 283) Ve onun daveti fark ve cem, teşbih ve tenzîh arasını topladığı için, bana ‘cevâmi-i kelim verildi’ hadîs-i şerifiyle kendi nefsinden haber verdi. Yani ‘ilâhi isimler ve onların hepsinin gerektirdiği bana verildi’ demek olur. Böyle olunca Muhammed (s.a.v.) kavmini farklı surette geceleyin, yani soyut bâtına ve tenzihe; ve gündüzün, yani münhasıran zahire ve teşbihe davet etmedi; belki gündüzde geceye, yani zâhirde ve teşbihte bâtına; ve gecede gündüze, yani batında ve tenzihde zahire ve teşbihe davet eyledi.” (s. 283)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked