Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I’den alıntılar
“Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin(d.560/1165) İspanya-Mürsiye; Mısır’a ve Mekke’ye seyahati (596/1199), Irak’a gelişi (601/1205), Anadolu’ya geçmesi (Erzurum, Sivas, Malatya ve Konya’da bulunuşu (602/1205), Şam’a gitmesi ve oraya yerleşmesi (618/1222), vefatı Şam’dadır (638/1240).”(s.29)
“Pek çok eserin müellifi olan İbnu’l-Arabî özellikle son eserlerinden biri olan Fusûsu’l-Hikem ve büyük eseri el-Fütûhâtü’l- Mekkiyye ile İslâm âleminde ve çağımızda da bütün dünyada tanınmış ve şöhret bulmuştur.
Büyük bir mutasavvıf olarak bilinen İbnü’l-Arabî ‘iman ve akıl’ arasında âhenk kurabilmiş, akıl ve inancı birbirinden ayırt etmeksizin hakikate ulaşabilmiştir. (…) İbnu’l-Arabî’ye göre Allah’ı bilmek Allah’ın isteyen kula kendisini bizzat izhâr etmesi (açığa vurması) ile mümkündür. (…) Netice şudur: Akıl anlar, keşf ise müşahede ve temâşâ eder. İşte Fusûsu’l-Hikem, âlim-i billâh olan bu zâtın hem tasavvuf hem de genellikle İslâm düşünce dünyasında geniş akisler uyandıran, ‘keşf ve müşahede’ ile idrâk edilmiş ‘ilahî hikmetler’in ‘akıl’ denilen meleke ile ifade edilmiş, fakat akılcı (rasyonalist) olmayan bir özeti olarak kabul edilmiştir.” (s.29-30)
“Bu eserin tercüme ve şerhini yapan Ahmed Avni Konuk Bey “Allah tarafından nâzil olan şeriatlar Hak hakında bir şey söylediği vakit öyle lafızlar ile söyler ki, kavminin hepsi o lafızları işittikleri vakit, ilk bakışta anlaşılan mânâları, tevîl etmeksizin zâhiri üzerine alırlar. Zîrâ Hakk’ın hitabı umûmadır. (…)” (s.33)
“Fusûs‘ta tefsir edilen âyetlerin ve şerh edilen hadislerin böyle bir anlayışla yorumlandığı göz önünde bulundurulmalıdır. ‘Zâhir’ ile ‘bâtın’ ayırımı bir bakıma ‘akıl’ ve ‘keşf’ sahalarının ayırımı demektir. (…) Genellikle Kur’ân’ın bir ‘zâhir’i bir de ‘bâtın’ı olduğu kabul edilmekle beraber, âyetlerin hepsinin aynı ölçüde ve kolayca akıl ile idrâk edilemediği bilinmektedir. İbnü’l-Arabî bunu şöyle ifade etmektedir: “Peygamberlerden daha akıllı yoktur. Muhakkak ki onlar ilâhî haberden getirdiklerini naklederler. Buna göre de aklın isnat ettiği şeyi isbât ettiler. Ayrıca aklın yetişemediği ve kendi kendine imkânsız görerek tecellîde kabul ve ikrâr ettiği hakikati de ilâve ettiler. Şu halde akıl, tecellîden sonra, kendi nefsiyle başbaşa kalınca gördüğü şeyde hayrete düşer. (…) A. Avni Konuk bey bu cümleleri şöyle açıklamaktadır: Resûllerin getirdiği haberlerde üç şey vardır: 1. Aklın ibât ve kabûl ettikleri. 2. Aklın idrâkinde müstakil olmadığı şeyler ki, bunlar ‘teşbîh’ ile ilgili âyet ve hadîslerdir. Akıl bunları muhâl görmemekle beraber idrâk etmekte bağımsız değildir. 3. Aklın nazarî (teorik) delîle muhâlif gördüğü için muhâl olduğunu söylediği şeyler ki, bunları ancak ‘tecellî’ neticesinde kabûl eder.”(s.33-34)
No Comments