Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-IV, İlyâs Fassı’ndan alıntılar (Tenzih ve Teşbih ağırlıklı)
“Hak, aklî makam olan cenâb-ı İlyâs’da münezzeh (tenzîh edilmiş) oldu. Çünkü Hz. İlyâs şehvetlerden soyutlanıp, soyut rûh olarak kaldı. Ve şehvetlerden soyutlanmış olan melekler, ruhlar ve akılların ma’rifeti, tenzîh üzerine olduğundan onda da tenzîh görünür oldu. Nitekim melekler ‘(…) Bizler Seni hamdinle tesbih ve Seni takdis edip dururken (…)’ (Bakara, 2/30) dediler. Ve tenzîh ilâhî ma’rifetin yarısıdır. Zira akıl, soyut olarak, kendi nefsiyle olduğunda, bilgileri aklî bakışından alır. Bu sebeple de onun Allah Teâlâ’ya ma’rifeti teşbîh üzerine değil, tenzîh üzerine olur. Nitekim nazarî (teorik) akıllarına tâbi olan zâhir âlimleri (bilginleri) de teşbihten ürküp tenzîh ederler; ve onların teşbihten zevkleri yoktur.
Allah Teâlâ, akla ma’rifeti tecellî ile verdiğinde, artık o kendi bakışından kurtulup ma’rifetin yarısı olan tenzih üzerine olmayacağı gibi teşbih üzerine de olmaz.; belki ıtlâk (mutlak kılma) üzerine olur. Çünkü tecellî ile olan ma’rifet Hakk’ı kayıdlamaz ve sınırlamaz. Dolayısıyla onun ma’rifeti kemâlde olur. Şu halde bu akıl, Hakk’ı tenzîh mevziinde resmî tenzîh ile değil, belki hakiki tenzih ile tenzîh eder. Ve teşbih mevziinde de, kendisinin müşahedesi ve keşfi üzerine teşbih eyler; zira Hakk’ın varlığının hâricinde bir varlık ve sûret müşahede etmez ki, Hakk’ı ondan tenzih etsin. Ve Hakk’ın varlığından başka bir varlık isbat etmez ki, vehmiyle Hakk’ı ona teşbih eylesin. Hak kendi nefsini nerede tenzih ve teşbih etmiş ise, o da O’nu oralarda tenzih ve teşbih eder. O’nun tenzihi aklî nazarın verdiği resmî tenzih değil, tecellînin verdiği hakiki tenzihdir.(…)
Yani vehim, aklen idrak edilmişler üzerine tenzih ve teşbih ile hükm ettiği için, bu insanî unsurî varlıkda vehimler akıllardan daha kuvvetli oldu; zira akıllının aklı ne kadar kemâle varırsa varsın yine vehimle son bulur. Ve akıllı, vehmin hükümlerinden kurtulmaz ve onun aklî olarak müdrik olduğu şeyler vehmî sûretlerden soyutlanmış kalmaz. Dolayısıyla vehim, bu insanî kâmil sûrettte en büyük sultandır; ve inmiş şeriatler mâdem ki insan için geldi ve vehim de insan üzerinde en büyük sultandır. Şu halde şeriatler de vehmin hükmüyle indi. Böyle olunca hem teşbih hem tenzih etti. Yani şeriatler tenzih makamında vehm diliyle teşbih eyledi. Zira vehm ancak hissî sûretlerde cüz’î anlamların idrâkini verir. (…) Ve kezâ şeriatler teşbih makamında akıl lisanıyla tenzih eder; zira akıl vehmin isbat eylediği hissî örtülerden küllî (tümel) anlamları soyut kılar. Dolayısıyla teşbihin tümü tenzîhin tümüne ve tenzîhin tümü teşbihin tümüne bağlı oldu. Netice olarak tenzîhin teşbihten ve teşbihin tenzihten uzak olması mümkün değildir. (…) Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de ‘Onun benzeri gibisi yoktur’. (Şûrâ, 42/11) buyurur. Bu âyet tenzih hakkında inen âyetlerin en büyüğüdür.”
No Comments