Fusûsu’l-Hikem’den ‘kazâ’ ve ‘kader’e dâir bilgi
“Bil ki, ‘kazâ’ Allah’ın eşyâda (şeylerde) hükmüdür. Ve Allâh’ın eşyâda hükmü, Allâh’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin haddi (tarifi/sınırı) üzeredir. Ve Allah’ın eşyâda olan ilmi de, ma’lûmât (bilinenler) nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o ma’lûmâtın Hakk’a i’tâ ettikleri (verdikleri) şeyin haddi üzeredir.
Yani Hak ahadiyyet zâtında mündemic (içkin) olan bütün ilâhî sıfatları ve isimlerinin kuvveden (potansiyel hâlinden) fiile zuhûrunu (görünür olmasını) murâd eyledikde, rahmânî nefesle, o esmânın (isimlerin) zuhur yerlerinin sûretleri ilâhî ilimde peydâ ve herbirerleri ilmen müteayyin (belirlenmiş) olup, birbirinden mümtâz (seçkin) oldular. Ve ilahî isimlerden her birinin kabiliyeti ve özelliği ne ise, o sûretlerin her biri de tâbi olduğu ismin kabiliyet ve özelliğine sâhip oldu. Ve o eşyâ, saâdet ve bedbahtlıktan, îman ve küfürden, ikbâl (tâlihlilik) ve tâlihsizlikten, kemâl ve noksandan ve diğer hâller ve gerekli şeylerden ilahî ilimde ne sûret üzerine belirlenmiş oldular ve Hak onları ne sûret üzerine bildi ise, onlar hakkında o sûretle hükm eyledi. Demek ki Hakk’ın bilinen şeyler üzerindeki hükmü, o şeyler zâtî istidâdlarıyla Hakk’a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin sınırı üzeredir. İşte ‘kazâ’ budur; ve bu hükümde tevkît (vaktini belirtme) yoktur. Zîrâ bu hüküm, Hakk’ın zâtının ‘ayn’ı (hakikati) olan ilâhî ilimde nefisleriyle yok olan şeyler üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur.
Ve ‘kader’, şeylerin ‘ayn’ında (hakikatinde) ve nefsinde sâbit olduğu şey üzerine, hükmün fazlalık olmaksızın vaktini belli etmedir.Yani ‘kader’, ilahî ilimde şeylerin hakikati gereğince verdiği hükmü ve hâlleri belirlenmiş vakitte ve takdir olunmuş zamanda icrâ edip, görünür kılmaktır Dolayısıyla kader, bilinen hakikatlerden her birisinin hükümlerini ve hâllerini belirli sebep ile belirli vakitte ta’yîn eder; ve o hükümler ve hâller o vakitten aslâ ileri ve geri gitmez. Bu sûretle kader, kazânın tafsili olur. Ve ‘kazâ’, ezelî-zâtî- ilâhî ilimde bilinen şeyler üzerine ne şey hükmetmiş ise, ‘kader’ o şeyi fazla ve noksan olmayarak zamanlarına göre takdir eder.
O halde ilâhî kazâ eşyâ(şeyler) üzerine ancak eşyâ ile hükm etti.
Yani şeyler ilahî ilimde sâbit olma durumunda kendi nefislerinde, hakikatlerinin hâllerinden ne şey üzere sâbit olmuşlardı, ilahî kazâ da o şeyler üzerine onların hakikatlerinin verdiği hâller ve hükümler ile hükmeder. Dolayısıyla Hak Teâlâ hiçbir ferd üzerine, hâriçten birşey ile hükmetmez. Ancak o ferdlerin her birisi, zâtî istidâdı hasebiyle Hakk’a bir hüküm verir. Ve Hakk’ın o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini istemiş olur.
Ve bu kader sırrının hakikatidir. Buna vâkıf olma, müşâhid olduğu halde, kalbi olan ve işitmekten vazgeçen kimseye özgüdür. Yani ‘kazâ’nın şeyler üzerine, yine şeyler ile hükmetmesi niteliği, yaratıklar üzerine hâkim olan kader sırrı hakikatidir; ve bu kader sırrına erişme, ancak zuhur yerlerinde Hakk’ın nurlarını görücü olduğu halde, hissî ve aklî mazharlarda Hak ile dönen/değişen kalbe sâhip bulunan ve îman nûriyle işiten kimseye özgüdür. Bu vasıfları hâiz olmayan kader sırrına vâkıf olamaz.” ( Muhyiddin İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi- III, Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof.Dr. Mustafa Tahralı-Dr.Selçuk Eraydın, M.Ü.İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, 6. Basım 2017, s. 81-83)
No Comments