Fusûsu’l-Hikem’den Nûh kelimesi içinde olan ‘subbûhî hikmet’e dâir bilgi olarak alıntılar
Müellifi Muhyiddin İbnu’l-Arabî(m.1165-1240) olan, Ahmed Avni Konuk (m.1868-1938) tarafından tercümesi ve şerhi yapılan (Latin alfabesine geçiş öncesi, 1915-1928 arası), Prof. Dr. Mustafa Tahralı
” ‘Sübbûh’ mübâlağa sûreti üzere ‘tesbîh’ ma’nâsınadır; ve ‘tesbîh’ Allâh’ı imkânî hükümlerden tenzîh etmektir. Ve Nûhiyye Kelimesi’nin ‘subbûhî hikmet’e yaklaşık kılınmasındaki sebeb budur ki, Nûh (a.s.) ülü’l-azm (Nübüvvet ve risâlet görevlerini büyük bir azim ve kuvvetle yerine getiren peygamberler için -Nuh, İbrahim, Musa, İsâ ve Hz. Muhammed- söylenir) olan resullerin birincisidir; ve risâletin en birinci hükmü, resûlün ümmetini Hakk’ın tevhidine daveti, ortak ve benzer/eşden tenzîhidir. Zirâ risâlet isneyniyyet (ikilik) üzerinedir. Ve bu çokluklar ve izafiliklerin hükümlerine aldanıp her birisini birer müstakil varlık farz eden halkın gözlerini Hakk’ın tevhidine (birliğine) açmak lâzımdır ki, eşyanın(şeylerin) yaratılışından kasd olunan marifet ve bunun sonucu olan ibâdet ve kulluk meydana gelsin. Bu da ancak çoğalan izâfîlerden yüz çevirip Hakk’ın bir olan varlığına yönelme ile olur. Oysa ‘Allah Âdem‘e bütün isimleri öğretti‘ (Bakara, 2/31) âyet-i kerîmesi gereğince en başta ilâhî isimlerin tümüyle tahakkuk eden ve ilâhî sûretle görünür olan Âdem’di. Sonradan Âdem nesli çoğaldı. Her birerleri birer ismin mazharı olan âdemî sûretler, kabiliyetleri hasebiyle, o isimlere varlık vermekle isimlerin mazharları böylece çoğaldı. Ve Şîs (a.s.) ile Nûh (a.s.) arasında zaman geçtiğinden, Nûh (a.s.)ın kavmi, muhtelif çok sayıda ismi birtakım cisimlerden ibaret sanıp vehimlerinde peyda olan sûretler üzerine Vedd, Süvâ ve Yeğus, Yaûk isimleriyle putlar yaparak onlara taptılar. Ve çok isim sebebiyle yaptıkları çok sayıda ilahlara tapmakla Hakk’ın birliğinden perdelendiler. Dolayısıyla Nûh (a.s.) kavmini bu hâlde görünce, kendine gayret ve kavmine de gazab gâlip oldu. Hattâ gayretinin fazlalığından ‘ Yâ Rab! yeryüzünde kâfirlerden devr eden bir kimse bırakma!‘ (Nûh, 71/26) diye onların helâkini istedi.
Burada bir soru ortaya çıkar: ‘Şeylerin tümü ilâhî isimlerin mazharlarıdır; ve onların varlığı ise mutlak varlığın kayıdlılığı ve belirmesinden ibârettir. Dolayısıyla Nûh kavminin taptıkları putlar dahi mutlak varlığın kayıdlılığı ve belirmesi olduğundan Nûh kavmi onlara tapmakla Hakk’ın gayrisine tapmış olmazlar.’ (…)
Hakikatler ehli indinde Allah Teâlâ için ne ıtlâk ne de takyîd vardır. (…) Dolayısıyla gayr nerededir ki, onun bir haddi olsun da Hakk’ı ondan tahdîd edelim! Ve mukayyedin varlığı var mıdır ki, onun karşısında Hakk’ı ıtlâk eyleyelim?
Tenzîhin tahdîd ve takyîd oluşu ulûhiyyet mertebesindedir. Ahadiyet mertebesinde tenzîh ise şirkin isbâtıdır. Çünkü ahadî zâtı tenzih için ondan gayri bir şey isbat etmek gerekir. Oysa o mertebede isim de, sıfat da, niteleme de mevcut değildir. Cümlesi ahadî zâtta yok olmuştur, ve zâtın gayrı itibar olunacak bir şey yoktur. (…)” (s.257-258-259)
No Comments