Fütûhât-ı Mekkiyye’den (c. 18) alıntılar
Muhyiddin İbn Arabî‘nin müellifi olduğu, Türkçe’ye çevirisi Prof.Dr. Ekrem Demirli tarafından 18 cilt olarak olarak gerçekleştirilmiş olan (2012) bu eserin 18. (son cildi)nin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“Ey seçilmişler! ‘Benim ve sizin düşmanınız olanı dost edinmeyin.’ (el-Mümtehine 60/1)”
“Biz Allah’ı bilinmemek özelliğiyle tanıdık. Bu hususta edebe sarılmalı ve böyle anlamalısın! Nazarî (teorik) düşünceden ve fikrin karıştırmalarından kendini koru, aklın sınırını aşmasın, bir yerde karar kılsın! Böyle yapabilirsen kalpte (daha önce) kendisinden hiçbir şeyin bulunmadığı bilgiyi ve bir yeklerana sapmayan gölgeyi elde edersin. Hava ısındığında şimşekler çoğalır, (gök cisimlerinin) kayboluşu ardından gelir; ne Rabbinin hamdini tesbih eden şimşekler ne de yağan yağmur olur. Sadece parıldayan ve inen ışıklar ve parıltılar vardır, sonra kendisini üstlenenin izhar ettiği bir hikmete binâen ortadan kalkarlar. Âyette ‘Güneşe ve kuşluk vaktine…’ denilir. Yani onu ortadan kaldırmayıp aydınlattığı vakte yemin olsun ki, ‘Ardından gelen Aya…’ Yani kendisini sınarken güneşe! ‘Ortaya çıkan gündüze…’ Onu kendi mahallinde izhar etmiştir. ‘Onu örttüğünde geceye…’ Gece onugizlemiş ve izhar etmemiştir. ‘Göğe ve onu bina edene…’ Ona yüklediği manayla. ‘Yere ve onu yayana…’ (…) ‘Nefse ve onu tesviye edene…’ , ‘Sonra da ona günah ve takvayı ilham edene yemin olsun ki… (eş-Şems 91/1-8) Kendisine dönük bu nispetle onu güçlendirmiştir.
(…) Bu itibarla Hak’tan gelen (ilhamlar), bulutlarını yağdırmaksızın gitmezler. Bulutlardaki yağmurun yağmasıyla ortalık aydınlık dolar, bulutlar gider, ortalık açılır, yeryüzü ‘kendi haberlerini söyler’, perdelerini kaldırır, sırlarını izhar eder, toprak nur ışıkların vurmasıyla çiçekleri ortaya çıkartır. Tohumlar içerisinde çiçekler ve ışıkların içerisinde de aydınlatıcılık bulunmasaydı, gözün gördüğü hiçbir şey meydana gelmezdi.
Bunlardan birisi de iki yüz altmış sekizinci bölümden ‘Yaklaşan kişiye (sevgi) içirilir’ bahsidir: Seven-âşık kalbine sevginin içirildiği kimsedir. Aşkın aşkı, dürüst-doğru sevgi demektir. Âşık Mecnun sevgilisine şöyle der: ‘Uzak ol benden! Bana yaklaşma. Seni sevmek beni senden alıkoydu. Sen bendensin, ben sendenim.’ Böyle diyerek daha latif olanla kalmışken kesif olana (beden) karşı zâhit davranmıştır. Çünkü kesifin mahiyetini anlamış, orada durmuş ve sapmamıştır. Mülkün sahibini (veya mülkün mülkünü) gören kişi, mülkte neyin bulunduğunu da bilir. Birisinden sebat talep etmen, hiç kuşkusuz, onu sınırlamış, daha doğrusu onu köle yapmış olman demektir. Bununla beraber telvinde (renk vermede) sâbit kalabilir. İşte temkin (ağır başlılık) de budur zâten! Bu durumda Rahmân süresinde indirilmiş ‘O her gün bir iştedir (şe’n-şuûn) (er-Rahman 55/29) âyetine uygun davranmış olursun. Şe’nler renkler ve değişimler demektir. Hakk’ın kullarında (bulunmakla) nitelenmiş olmağa en yakın durumu, şah damarından daha yakın olması halidir. Demek ki Allah sana senin kendinden daha yakınken seninle hemcins değildir. Bununla beraber Allah senin cinsinde (ve sende) bulunmuştur. Bu itibarla kendini sınırlamış, hapsini daraltmıştır.
” Bunlardan birisi de ikiyüz altmış dokuzuncu bölümden ‘Her uzaklaşan uzaklaşmış değildir’ bahsidir: Sınırlar nedeniyle uzaklaşmak müşahedeyi bilmek demektir. Bu bilgi ilimlerin en üstünü ve aynı zamanda bilinenin ihatası (kuşatması) itibariyle de en yücesidir. Bu nedenle, bazı abidlerin zannettiği üzere, her uzaklığın helak demek olduğunu zannetme! Tam tersi, helak, yakınlıkta olabilir ve bu nedenle (helak olma diye) Allah seni yakınlık halinde fanı kılar. Hak sana tecelli ederken, söylediğimi iyi düşün. Hakkın ahlâkıyla ahlâklanmak bir perdedir. Halbuki o sevenlere göre en büyük yakınlıktır. Sen kalbini arındır, fakat süslemeyle (meşgul olma)! (…) Yaratılmış olan zayıftır. Maslahatlar olmasaydı yükümlülük ve teklif olmazdı. Sen de ondan gücün yettiği kadarını al! Allah herkesi yapabildiğiyle sorumlu tutmuş, nefsin karşılaştığı her güçlükten sonra kolaylık yaratmış, hükümlerin arasına mubahı bir hüküm olarak yerleştirmiş, onu nefislerin rahatlık ve genişliğe çıkmasının sebebi kılmıştır. Hz. Peygamber’in yönteminde Allah’ın dini kolaylık olarak ifade edilmiş, ona güçlük katışmamıştır. Bu itibarla Hz. Peygamber müsamahakâr-haniflik dini ile zarif sünnet ile gönderilmiştir. Bu ümmete (dinî) daraltan kimse kıyamette karanlık kimselerle haşredilir. Bunlardan birisi de ikiyüz yetmiş birinci bölümden ‘Hakikat her yoldadır’ bahsidir: Kadim kelam yüce Kur’ân’da şöyle denilir: ‘Her canlının perçeminden tutandır, benim Rabbim doğru yol üzeredir.’ (Hûd 11/56)
Sadırlar, yani göğüsler olmasaydı, onlardaki kalpler körelmezdi. Onların kör olması gerekir, çünkü kendilerine muammayı gizlemeleri emredilmiş, belirlenmiş ecelle sınırlanmışlardır. (…) Hak onlara şöyle der: ‘Senin kabın sana iade edildi.’ Sana inen şey seninle ve sana göre sana indi. (Senin hakkındaki hükmüm) senin bana verdiğin bir hediye ve bana tevdi ettiğin (bıraktığın) ilimlerindir. Bundan dolayı seni (ey kâlb!) senden başkası köreltmedi. Ben şundan bundan münezzehim! Ben senden müstağni, sen ise dışta var olmak için bana muhtaçsın. (…) Sana müşahede ettirse bile görmezsin. Çünkü âlemle irtibatlı olduğu halde Hakkın müşahedeyle zaptı mümkün değildir. (…) Bakınız! Allah yaratıkların işlerinden tasarruf sahibidir: Mülkü dilediğine verir (men-yeşâu), dilediğinden alır; dilediğini azîz, dilediğini zelîl kılar! (…) Allah ne âdildir ne zâlim; sadece hüküm verendir ve ne güzel hüküm verendir! (…) ‘Kur’an okunduğunda, kulak verin ve dinleyin, umulur ki merhamete mazhar olursunuz.’ (el-A’raf 7/204) Çünkü Kelâm anlaşılmak üzere gelmiştir. Dinleyen okuyucuyu meşgul ederse -ki anlamak dinlediğinin şâhididir-, dinleyici Allah’a karşı saygısızlık yapmış, O’nu kızdırmış olur, Allah da gazaba gelir. O birine gazap ederse, kendisini cezalandırır. Hz. Peygamber şöyle der: ‘Hanginiz beni meşgul etmiştir? Ben Kur’an ile niza edici değilim.’ Bundan daha büyük delil olabilir mi? Hz. Peygamber adabı haiz olmuş, kitabı getirmiş, akıl sahiplerine hitap etmiş, hitabında düşmanları ahbaptan ayırmamış, hitabı herkese yönelik olmuştur. Bilmediğini öğrenen herkes ilham almıştır. Vahiy kuşatıcıdır, hem nâkıs olana ve hem kâmile iner! Vahyin en alt derecesi, ilham ve kişiyi ilgilendiren hususlarda ki niyetidir. (…) Bedbaht, içinde bulunduğu gam ve üzüntü hali nedeniyle, anne karnındayken bedbahttır. Saîd (mutlu) ise kendisine tahsis edilmiş bilgi nedeniyle anne karnındayken de mutludur. Hapşırıp ‘el-hamdülillah’ diyen annesine ‘yerhamukellah (Allah sana merhamet etsin) diyen anne karnındaki cenine şahit oldum. Annenin karnından bu sözü duyunca mutlulukla secdeye kapandım. (…) Âlim olmak her durumda ve zamanda bilgisinin farkında olmayı gerektirmez. İşte anne karnından çıkarken ceninin durumu da böyledir.”
No Comments