‘Hayret’ ve zâhir- bâtın, tenzîh-teşbîh haklarında Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-I’den bilgi
“Kulun zâtı Hakk’ı müşâhedede mahv ve müstehlek (helak) olur. Onun nazarında Hakk’ın zâtından gayrı hiçbir şey kalmaz. İşte kul bu vakit ‘Allah’ câmi (toplayıcı) isminin mazhariyetiyle şereflenmiş olur; acz ve hayret kulda bu makamda hâsıl olur.” ( s. 205)
“Varlık hususunda hâsıl olan karışıklık ve belirsizlikten dolayı muhammediyyin vârislerinden olan bazımız hayrete düşerek ilminde câhil oldu. Ve nitekim Ebû Bekri’s-Sıddık (r.a.) Efendimiz ‘İdrâkin nihayeti, varlık hususunu hâlin hakikati üzere idrâk edebilmekten aczini ikrâr etmektir.’ buyurmuştur. Bu öyle bir hayrettir ki, ilmin neticesi olduğundan makbûl ve taleb edilendir. Zîrâ hayrete düşen kimseyi ilmi iki taraftan birinde karar ettirmez. Ve (S.a.v.) Efendimizin ‘Yâ Rab, benim sende olan hayretimi ziyadeleştir!’ buyurmaları bu hayret hakkındadır.” (s. 210-211)
“Cenâb-ı Nûh’un daveti, kavminin akılları ve rûhâniyetleri yönüyle gayb âlemine ve beşerî bulanıklık-gam-keder gibi durumlardan soyutlanmaya ve imkânî hükümlerden kurtulmaya yönelikdi. Bu ise onların istidatlarının gerektirdiğine muhalif olduğundan davete icabet etmediler. Daha sonra onların istidatları gereği olan şeye, yani sûretlerinin ve cisimlerinin zahiri yönünden cismanî maişetlerinin maslahatları hakkındaki hükümlere davet etti. Bu iki davetin birbirine aykırı olduğunu gördüklerinden kavminin hayret ve dalâleti artmış oldu. Ve Nûh (a.s.) ‘Onun benzeri hiçbir şey yoktur’ âyet-i kerîmesinde olduğu gibi davette tenzih ve teşbih arasını toplamayıp, böyle kâh bâtına ve kâh zâhire davet ettiği için kavminin bevâtını (bâtınları) nefret etti. Dolayısıyla bu davet onların firarını artırdı. Ve Cenâb-ı Nûh’un bu sûretle daveti, bazı eksik akıllar erbâbının sandığı gibi marifet eksikliğini değil, belki marifet olgunluğunu gösterir. ( s. 281-282)
Yani Nûh (a.s.) kendi kendine Hakk’a hitaben kavmini Hakk’ın varlığının nûru ile örtülü olmayla ilgili zuhurların (belirmelerin) perdelenmesine, yani gayb tarafına ve Bâtın ismine davet ettiğini ve yoksa imkânî varlıkların keşfine yani şehâdet tarafına ve Zâhir ismine davet etmediğini söyledi. Ve kavmi ise Cenâb-ı Nûh’un bu gafr (mağfiret etme/örtme) ve setre (örtmeğe) olan davetini, ‘görünüşte örtme’ anladılar. Ve bu sebeple parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar; işitme imkânını kapadılar ve elbiselerine bürünüp vücudlarını örttüler. İstidatlarının gereği buydu. Bunların hepsi Cenâb-ı Nûh’un davet ettiği setrin(perdeleme) sûretidir. Dolayısıyla o davete onlar fiilen icâbet ettiler; ‘lebbeyk’ ile icâbet etmediler. Oysa Muhammed (S.a.v.) in daveti, Cenâb-ı Nûh’un daveti gibi, müteferrik sûrette kâh farka kâh cem’a değildir. O’nun davetinde fark ve cem toplanmıştı ve teşbih ve tenzih arasını cem ettiği için, ‘Bana cevâmi-i kelim verildi’ hadîs-i şerifiyle kendinden haber verdi. Yani ‘ilâhî isimler ve onların tüm gerektirdikleri bana verildi’ demek olur. Böylece O belki gündüzde geceye, yani zâhirde ve teşbihte bâtına; ve gecede gündüze, yani bâtında ve tenzihde zâhire ve teşbihe davet eyledi.” (s.282-283)
No Comments