İbn Arabî Düşüncesine Giriş Şeyh-i Ekber
MAHMUD EROL KILIÇ , SUFİ KİTAP’tan çıkan bu eserinin 1995 yılında neticelenen bir Doktora tezinin on dört yıl sonra (Kasım 2009’da) kitaplaştırılmış hâli olduğunu belirtiyor Kitaba Önsöz‘de.
Bu eserden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
” (…) Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde ‘Tasavvuf Bilim Dalı‘nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. Dünya üniversitelerinde sadece ülkemizde bulunması hasebiyle çok manidar olan bu genç ana bilim dalında tesis edilişinden günümüze kadar yüzlerce kıymetli teze imza atılması ilim adına gurur vericidir. Hem düşüncede ve hem tarihte kuruluşların pîri olan Muhyiddin İbn Arabî üzerine yapılan bir tezle bu branşın açılış yapması ümid edilir ki müteakip açılışlara vesile olsun. (…) (Müellifin Kitaba Önsöz’ünden)
“Bizi yaratan ile bu yaratılış işinden başka bir irtibatımız yok mudur?”
“Bizim ve etrâfımızdaki şeylerin var oluşlarının hakikati nedir? Bunlar gerçekten var mıdırlar? “
Bunlara verilecek cevapları oluştururken aynı insanoğlu dayanak olarak ya sırf kendi bilgisine veya bütün bunları Var Kılanın kendisini elçileri vasıtasıyla veya hicâbın (perdenin) arkasından konuşması sûretiyle bilgilendirmesine sırtını yaslayacaktır. Çünkü Vücûd yani Varlık O’nundur, O’ndandır ve belki de O’dur. Âlem ve biz, O var olduğu için varız, bizim varlığımız O’nun varlığıdır. Biz yoktuk O vardı, sonra o varlığından bir nebze bize de verdi ve biz de O’nunla var olduk. Bize verdiği o emanet varlığı geri alacak olsa biz var olmayız, aslımız neyse ona döneriz.
O bir başına kendi zâtında müstağrak (gark olmuş/ batmış) bir halde bulunuyorken kendindeki güzellikleri paylaşmak ve böylece paylaştığının üzerinde o kendine ait güzellikleri yine kendisi temâşa etmek ve o paylaştığının kendisini tanımasından, övmesinden hoşnut olmak isteyince bu ilâhî murâda ayna olabilecek istidâttaki o ilk mahluk (sav) işte bu arzu dalgalarının kabarmasıyla, taşmasıyla neş’et etmiş (çıkmış) oldu. Böylece Ahad olan Ahmed oldu, Vâhid oldu. Küntü kenz’den (Ben Gizli bir Hazine idim) Levlâke levlâk (Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) oluştu. Böylece o Gizli Hazine‘nin açılması, zuhûru başlamış oldu. Ancak bu iki mertebede yine ulûhiyyet dairesi içerisinde bulunduklarındaar ven, daha O’nun sıfatları, isimleri birbirindeen ayrılmamıştı. Zât, sıfatlar ve isimler hepsi birdi. İşte bu ilk ikinin en büyük aşkından o sıfatlar ve isimlerin birbirinden ayrılmaları doğmuş oldu. Vahdet (birlik) kesrete (çokluğa) dönüştü. Ve bu mertebede taayyün eden her bir sıfat ve isim hâriçteki şeylerin herbirinin hakikati oldu. Bu hakikatlerden her biri bir alta inerek basit cevherler olarak tezahür ettiler. El- Bâtın (numen) işte böylece artık ez-Zâhir (fenomen) oldu.
İşte insanoğlunun bu en temel sorularına bir cevap da Müslüman muhakkiklerden Şeyhu’l-ekber ünvanıyla meşhur Muhyiddîn İbn Arabî’den böyle gelecektir. (…) Çalışmamızın ilerleyen sayfalarında işte bu müellifin hem hayatını ve eserlerini inceleyeceğiz ve hem de konumuzla ilgili görüşlerini bulup çıkarmağa çalışacağız.
İbn Arabî’nin fıkhî görüşleri üzerinde çok fazla durulmuş değildir. Mesela şu görüşleri onun zâhirî konularda ne kadar selefî meşreb olduğunu göstermektedir: ‘ Allah fıkhî konulardaki ihtilafı, kullarına bir rahmet ve bu konularda onlara bir genişlik yapmıştır. Hal böyleyken zamanımızdaki fakihler şeriatın insanlara verdiği bu genişlikten mukallid insanları men etmekte, onları kısıtlamaktadırlar. Mesela Hanefî mezhebini taklit eden bir kişiye ‘karşılaştığın şu meseleden dolayı sakın Şâfiî’ den bir ruhsat aramaya kalkma’ derler. Her mezheb için böyle söylerler. Bu, din mevzuunda çok büyük bir bela ve zorlamadır. Halbuki bizzat Allah ‘Din’de size hiçbir zorluk yüklemedi.‘ (Hac,22/78) buyurmuştur. Şeriat, müctehidin kendisi ve tâbileri için gerekli olan hükmü ortaya koymuştur. Fakat bu fakihler buna mâni olmaktadırlar. Sebepleri de güya bunun dini bir oyuncak haline getireceği zanlarıdır. Fakat bu tamamıyla onların cehâletlerini ortaya koymaktadır… Mesele onların zannettiği gibi değildir. ‘ (el-Fütûhât, I/392)
İbn Arabî ‘Eğer Allah bana uzun ömür verirse ileride bütün fıkhî meselelerin çıkış sebeplerini ve çözümlerini önce zâhirî açıdan ele alıp halleden ve sonra da her bir meselenin insan bâtınındaki hükümlerinin neler olduğunu açıklayan hacimli bir eser yazmak niyetindeyim. (Bkz.el-Fütûhât, I/334,494; II/165,685; III/70,336.)
(…) İbn Arabî’nin seyr-i sülûkündeki bu manevî hallerin başlangıcını daha sonra bir fetret devri izleyecektir ama o kısa sürede bu hâli atlatır. (bkz. el-Fütûhât IV/172.) Ve bu halden sıyrıldıktan sonra da kendisine ilk bildirilen şey, maneviyat ehlinin mertebeleri ve onların hangi esmânın tasarrufu altında oldukları hususu olacaktır. ( ‘Bu makamlara ben daha seyrimin başlangıcında kavuştum. Beş yüz seksen yılıydı. el-Fütûhât, II/425. Bu ifadeden o esnada İbn Arabî’nin 20 yaşlarında olduğu anlaşılmaktadır.) Meselâ bâtın ehlinden elini tuttuğu ilk zâtın, ilk mürşidim dediği Ebu’l-Abbas el-Uryebî olduğunu söyler. ( Bu zâtın adı bazen Ebû Ca’fer Ahmed el-Uryebî olarak da verilir.)
No Comments