İlk Vahiy Son Peygamber
“Hz. Peygamber ‘şâhidi’ olmayan, kendisine rehberlik edebilecek birisinden yoksun bir yetimdi…
Hira mağarasında inzivaya çekilmişken uyku ile uyanıklık arasında duyduğu emre “Ben okuyan değilim” diye cevap verdiğinde ilk vahiy son peygambere inmiş oldu. Emir ikinci, ardından üçüncü kez yinelenince cevap değişmemiş, bunun üzerine meleğin zorlamasıyla kelimeler Peygamberin dilinden dökülmüştü: “Oku Rabbinin ismini -veya ismiyle-, O ki, yaratmıştır. (dipnot: Alak, 1-2.)
Alak sûresinden beş âyet-i kerîme nazil olduğunda Hz. Peygamber’i derin bir hayret duygusu kaplamış endişe ve tereddüt ile sarsılmış, olan bitenin ne olduğunu anlamamış olmanın geriliminden kurtulmak üzere evine doğru koşmuştur. Hz. Peygamber bu ilk hayret ve tereddütten ancak Dûha suresinde yer alan (ki sûrenin adı olan kuşluk güneşi ile Hz. Peygamber’in inşiraha çıkması arasında anlam ilişkisi olmalı) ‘Seni Rabbin terk etmedi‘ (Duha, 3.) ayetiyle çıkmış olmalıdır.
Peygamberimiz niçin böyle derin bir hayret ve endişe içinde kalmış olabilir? Galiba bunun en önemli nedeni Nebevi tevazu, ulûhiyet karşısında haddini ve acizliğini bilme ve beklentisizce kulluğun gerektirdiği derin ahlâktır. Hz. Peygamber Hira’ya giderken herhangi bir beklenti içinde değildir; kendisini böyle bir mertebeye yakıştırıyor, gizli bir amaç yaşıyor da değildir. Çağdaş bir yazarın dile getirdiği üzere Hz. Peygamber üzerine düşünürken aklımıza getirmemiz gereken ilk hususlardan birisi bu mutlak beklentisizlik ve Rabbi karşısında haddini bilme hali olmalıdır. Hz. Peygamber sadece ibadet etmek, Rabbini tefekkür etmek üzere Hira’ya çekilir; bu esnada herhangi bir beklenti veya hazırlanma aklına gelmez. Hiçbir şey beklemeden Hira’ya giden Peygamber emir ile karşılaşınca ne olduğunu anlamakta güçlük çekmiş, endişeye kapılarak evine dönmek zorunda kalmıştır. O’nun bu tavrı Hz. Mûsâ’nın elinden attığında yılana dönüşen âsâsını görünce ürkerek kaçışına benzer. (Tâhâ, 66- 71.) Sihirbazlar ancak o zaman anlamışlardır yapılanın sihir olmadığını; çünkü sihirbaz sanatını sergiledikten sonra insanları selamlar, onların teveccühünü bekler. Hz. Mûsâ veya Hz. Peygamber ise ürküp endişeye kapılmış; Rablerine iltica etmişlerdir. Bir durumda mucize ötekinde ise vahiy amacına ulaşmış, her ikisi de Rablerine iltica etmişlerdir.
Yetim ve Ümmî Olmak: Yalnızlık, Safiyet
Hz. Peygamber ‘şahidi‘ olmayan, kendisine rehberlik edebilecek birisinden yoksun bir yetimdir. Hz. Peygamber’in sadece iki şahidi vardır: İlki hanımı Hz. Hatice, öteki ise amcası Varaka b. Nevfel’dir. Bu nedenle Müslümanlar, peygamberliğin delillerini araştırırken, mucizeler kadar Peygamber’in yüksek ahlâkına atıfta bulunmayı yöntemin ana unsuru saymışlardır.
İlk âyetler karşısında Hz. Peygamber’in tavrını ve durumunu fark edebilmek için O’nun iki niteliği üzerinde düşünmek gerekir: Birincisi Hz. Peygamber’in ümmî oluşudur. Müslümanlar ümmî derken ‘okur-yazar‘ olmamayı anlarlar. Kelimenin bu anlamıyla Peygamber’in ümmî olduğunda tereddüt yoktur fakat böyle olmasa bile Peygamber vahiy karşısında ümmî olacaktı. Haddizâtında her peygamber Allah’ın karşısında ümmi, iddiasız ve güçsüz olarak bulunabilir. İlahi emir karşısındaki acizlik ‘nebevî ahlâk‘ olarak Allah ve insan ilişkisinin keyfiyetini belirler: ‘Yap!‘ emri karşısında doğru cevap ‘Yapamam, nasip eylemezsen!’ olabilirdi. Çünkü emrin maksadı insanı Allah’a döndürmekten başka bir şey değildi. Müslüman toplum için bu durum ellerinde gerçekleşen hayır ve hasenâtı sahiplenmemek, başkasının başına kakmamak, unutarak kendi fiillerinden (eylemlerinden) özgürleşme erdemini ortaya çıkartmıştır. Meselenin diğer kısmı ise sosyolojik vakıa olarak ümmî olmaktır. Bu ise bedevî toplumların okur-yazar yerleşik bölgeler karşısındaki durumunu anlatır. Ümmî toplumlar pratik yaklaşımları ve hareket yeteneklerinin yüksekliğiyle bilinirken felsefe, bilim ve yerleşik dinî geleneklerden yoksun yaşarlar. Hz. Peygamber kelimenin iki anlamıyla ümmidir : Ümmî toplumun ümmî ferdi vahye mazhar olmuştu.”
No Comments