“İnsanları soyut düşünceler değil bâtıl itikatlar harekete geçiriyor.”
İSMET ÖZEL‘in İstiklal Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde (istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=2…) ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında çıkan ŞİMDİ SIRASI DEĞİL başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. Bu yazının başlığını da o yazının ikinci paragrafının son cümlesi alıntı olarak teşkil ediyor.
“İster Hıristiyan XII. yüzyılını başlangıç sayın, isterseniz kapitalizmin en dikkate değer hamlesini yaptıgı XVI. yüzyılı kalkış noktası olarak kabul edin modern çağın uç vermesinden bu yana bugün bilinçli Türklerin vatan saydığı topraklar millet korumasından mahrum kalmıştır. Yıllar önce Türklerin ancak kendinde (en soi) millet oldukları; ama bir türlü kendisi için (pour soi) millet olamadıkları yakınmasında bulundum. Kendi yaşamasına hassasiyet göstermeyen millet hayat şartlarının sıhhatine nasıl ihtimam gösterecek? Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumun sağlamlığına hizmet eden hiçbir tedbire rağbet edilmediği halde toplumun çürümesine yol açacak her davranışın olağan karşılandığına gün ve gün şâhit oluyoruz.
Ne zaman karmaşıklaştırılmış işlerin hâl yoluna girmesi ihtimalinden bahsetsek birisi bize şimdi sırası değil cevabını veriyor. Yerinde bir cevap mı bu? Bir cevabın yerinde sayılması ancak çözümü istenen meselenin çözümüne giden soyutlamaların kabulü ile mümkün oluyor. Karl Popper inanç ile bilim arasındaki farkı bilimin yanlışlanabilirliğinde arıyor. Yani ona göre bir görüşün bütün şartlarda mutlak doğruluğunu savunduğunuz zaman bilimin dışına çıkıyor, inanç alanına giriyorsunuz. Bu bağlamda uğrunda ölünecek kadar kesin inanç gerektiren Bolşevik, Faşist, Nasyonal Sosyalist anlayışlar din kapsamına giriyor. (…) Terör örgütlerine destek olan ideologilerin bilimden güç alma iddiaları yok. İnsanları soyut düşünceler değil bâtıl itikatlar harekete geçiriyor.
“İnsanlığın sürüklendiği yerde İslâm’ın yükselişi anlaşılır bir düşünce olarak karşımıza çıkıyor. Çağımızda bir ferdin Müslümanım diyebilmesi için İslâm’ı kavraması değil, anlaması gerekiyor. Kavramakla anlamak arasındaki farka dikkat edelim. Kavrayış tıpkı bir teoride olduğu gibi kavranılacak şeyin nesneleşmesini öngörüyor. Anlamak için ise neyi anlayacak isek onunla bütünleşmemiz şarttır. Bu bağlamda yurdu kavrayabilir; ama vatanı anlayabiliriz. Çünkü yurt dediğimiz zaman bir canlının yaşayıp serpilmesi için en elverişli şartları anlarız. Oysa vatan dediğimiz toprak parçası vatansever bir topluluğa ait her ferdin insanlık adına en yüksek makama lâyık gördüğü yerdir.
Batı Medeniyeti temellerini medeniyetle barbarlık arasındaki zıtlık üzerine atmıştır. Medenî insan şehir kültürünü dayatan kimsedir. Barbar ise gücünü töresinden alır. İslâm diye bilinen bütünlük, medeniyetin varlık şartı olarak gördüğü her şeye alternatif olarak doğmuştur. İslâm şeriatının yaşandığı yer Yesrib olmaktan çıktı, Medine-i Münevvere haline geldi. Türklerin okuyup yazmış insanlara “aydın” demeden önce “münevver” dediklerini hatırlamalı ve hatırdan çıkarmamalıyız. Aydınlanma bir hurafenin zihnî aydınlattığı aldatmacası olmaktan çıkmalı, bizi, dünyayı Müslim ve gayri-Müslim farkını ortaya çıkarma sahası gibi tanıma basamağına çıkarmalıdır. Dünyayı zihnimizde âhiretin tarlası şeklinde canlandırmalıyız. Kendimizi hiçbir ayrıntının gözden kaçmayacağı bir hesap gününe hazırlamalıyız. Bunu ancak kendimizi günlük hayatın iniş çıkışlarından tecrit ederek, yani bir soyutlamayla başarabiliriz.
Bu faaliyette bize en çok elimizde bir kitap olarak bulunan Kur’an yardımcı olacaktır. Hz. Ebubekir’in hilâfeti sırasında 70 civarında hafızın şehit edilmesi, ikinci halifede âyet ve sûrelerin bir ciltte toplanması fikrini doğurdu. Bu fikre “sağlığında Resulullah bunu yapmadı; şimdi biz buna nasıl cüret ederiz?” suali çerçevesinde itiraz edildi. Muterizler arasında Hz. Ebu Bekir de vardı. Kısa bir zaman sonra mü’minlerin ilk emirinin “Allah kalbimi Ömer’in haklı olduğunu anlayacak kadar genişletti” demesiyle kitabın bugün benimsediğimiz şekline girmesi çalışması başlatıldı.”
No Comments