“İnsanoğlu elinden hâsıl olan her şeyin cevâbını verecek.”
“Hâdiseyi yalınkat bir açıklamayla geçiştiremeyiz. Bir işin bu dünyada sorgulanmış olması öbür dünyada hesaptan düşüleceği anlamına gelmez. Yani dünya işlerinin dünyada kotarılmış olmasının asıl mahkenenin kararına bir tesiri yoktur. Bu durum bizi her şeyin hesabının âhirette verileceği avuntusuna götürürse hatalı bir yola girmiş oluruz. İslâm Yolu kendini olduğu kadar ötekini de İslâm’a davetle açılır ve girilen bu yolda ömür boyu yürümek söz konusudur. İslâm her şeyden önce bir fetih dinidir. İslâm’a girmekle kendimiz fetih çabasına dalmış oluruz. Cihat kendiz için seçtiğimiz her şeyi hasmımıza ikram faaliyetidir. İslâm bütün kalıpları reddetme alanı açar. Türkçede “Gün battı, gâvur yattı” diye bir söz var. Yani Müslüman olmayanlar bilirlerse ancak kısa vadeli bir al-ver hesabına uygun hayatı bilirler. Müslümanlık ise ebediyet içinde bir ferdiyet uğraşına dalmak demektir. İslâmiyet’e duhul varoluş derdini üstlenmek anlamına gelir. Bunun içinde teraziyi doğru tartmak, yaratılmışların her birine merhamet göstermek olduğu kadar tabiatın tahribine engel olmak, siyaseti millî menfaat derecesinden aşağı düşürmeden yürütmek de yer alır.
İnsanın ve aynı zamanda beşerin yaşarken uykuda olduğu, ancak ölünce uyanacağı yolunda bir kavrayış vardır: Kur’an hepimizi dünyanın fani, ahiretin ise kalıcı olduğu hususunda defalarca ikaz eder. Bu gerçek bizi dünya hayatında sarsak yaşayacağımız; titizliğe boş vereceğimiz tutumuna sürüklemez. Dünyanın âhiretin tarlası olduğunu bize Kur’an öğrettiyse yaşarken aldığımız her nefes pha biçilmez değere sahiptir. Türk topraklarında vatana ihanet etmeksizin yaşamak bizi hangi sınırların bizim sınırlarımız olduğu gerçeğinin bilincine varmağa götürür.
Hem birinci, hem de ikinci dünya savaşı Türk varlığının tarihteki yerini kavramamıza vesile olmalıydı; ama olmadı. Türklüğümüzü başka bir şeye, meselâ modernleşmeğe intibakımıza değil, sadece misak-ı millî metninin bize kazandırdığı hükümranlık sahasına borçlu olduğumuzu savunan bir odaktan mahrumuz. Misâk-ı millî gerçeğine gözümüzü kapamış olmamız İkinci Dünya Savaşı sırasında millî varlığımızı yükseltmemize engel oldu. Millî varlığımız sırtını Cumhuriyet idaresine dayamış inkılâplarla sınava tabi tutuldu. Şu anda sınavın neresinde olduğumuzdan bile haberimiz yok.
Dünyayı ve dünyada mülk edinmek insanın ahlâk dokusunu gevşetir. Bu yüzden Yavuz Sultan Selim’in yeryüzünün bir hükümdara bol, iki hükümdara dar geldiği görüşünde hiçbir haklılık payı yoktur. Türkler Hz.İsa’nın doğumundan 1920 yıl sonra Misak-ı Millî’yi DÜNYAYA İLAN ETMEKLE ASILLARINA AVDET ETMİŞ OLDULAR. Yani TÜRKLERİN VARLIK SEBEBİ KÂFİRLERİN hayat sahasını daraltmaktı. (…) Şu anda bütün cumhuriyet tarihinde olduğu gibi iç politika beynelmilel güçlerin çatışmasını aksettirmekten ötede bir işlev görmüyor.” İSMET öZEL’in alıntılamalar yaptığım yazısı 4 Şevval 1446 (2 Nisan 2025) tarihlidir.
No Comments