Ömer Türker’in “Anlamı Tamamlamak” isimli kitabındaki (Ketebe Yay. 2.Baskı Ekim 2021) ‘Nübüvvetin İmkânı’ başlıklı yazıdan alıntılar
“İslam dünyasının yirminci yüzyılına damgasını vuran yenilenme çabaları, Müslüman âlim ve aydınları serçeyi taklit etmeye çalışan kargaya döndürdü. İslam düşünce geleneğinin sadece ayrıntı meselelerini değil, bir kısım temel tavır ve meselelerini de yavaş yavaş tavır ve mesele olmaktan çıkardık ve unutmaya yüz tuttuk. Düşüncenin hayatı üreten değil, tüketen bir tasavvur ve tasdikler yığınına dönüşmesinin ve tiksinti verecek kadar yüzeyselleşmesinin en önemli sebeplerinden biri de budur. Bu yazıda bunlardan sadece birini beraberce hatırlayalım istiyorum: Nübüvvet (peygamberlik).
Aslına bakılırsa çağdaş dönemde Hz.Peygamber’in (sav) hayatı hakkında hiç de azımsanmayacak ölçüde çalışma yapıldı ve hâlâ da çeşitli açılardan çalışılmaya devam edilmektedir. Fakat İslâm düşünce geleneğinin peygamberlikle ilgili iki önemli sorunu neredeyse sorun olmaktan çıktı. Birincisi, münhasıran kelam geleneğinin tarih boyunca yılmadan tartışmayı sürdürdüğü ‘peygamberliğin ispati’ meselesidir. İkincisi ise peygamberin hakikate ilişkin idrâkinin mahiyeti ve peygambere ittiba eden bir müminin bu İdrâkten alabileceği pay meselesidir.
Nübüvvetin ispatı, hem kelam hem de felsefe geleneğinin temel meselelerinden biridir. Kuşkusuz İslâm gerek bir din gerek bir medeniyet olarak ancak bu peygamber varsa var olabilir. Dolayısıyla peygamberlik müessesesinin ispatı, aynı zamanda maddi ve manevi hayatın temelini oluşturan ilkenin temellendirilmesi, Müslüman olarak var olmanın varlık ve bilgi açısından zorunluluğunun ortaya konulması demektir. Peygamberliği ispat ise Allah’ın insanın bu âlemdeki varlığını tercih eden, var oluşun sırları hakkında insanı bilgilendiren ve insanlar içinde bazılarını elçi yapan bir ilâh olduğunu kanıtlamaya dayanır. Bu bakımdan nübüvvet, hem İslam’daki tevhid inancının bir uzantısı olarak ortaya çıkar hem de tevhide ulaştırır.
Modern dönemde özellikle metafizik bilginin imkânına güvenin sarsılması, hem tevhidi hem de nübüvveti neredeyse bir ispat konusu olmaktan çıkardı. (…) Henüz tam olarak teorik bir tavır haline gelmese de bu anlayışın sonucu, bir tür imancılıktır (fideizm). İlk bakışta oldukça masum görünse de bu tavır, İslam’ı bir tür Hristiyanlığı çevirme riskini barındırır. Zira İslâm hem tebliğ edildiği dönemde hem de tarih boyunca Allah’ın birliğini ve peygamberliğin hak olduğunu sadece makul görmekle kalmamış aynı zamanda ister nazar ister müşahede olsun bir yöntem sayesinde kesin bir şekilde kavranacağını iddia etmiştir. (…) Evet, tarihte bazı âlimler dinde aklın almayacağı bir takım verilerin bulunduğunu iddia etmişlerdir. Fakat ne bu veriler İslam’ın aslî akideleri içindedir ne de bu tavır İslâm düşünce geleneklerinin hakim tavrıdir. Yine erken dönemde bazı âlimler ve bilhassa Vahdet-i Vücudcu sufîler, Allah’ın varlığı ve birliğini ispatlamakla uğraşmayı gereksiz bulmuşlardır. Lakin onlar, ispata yol olmadığı için değil, apaçık olduğunu ve ispata muhtaç olmadığını düşündükleri için böyle bir görüşü benimsemişlerdir. (…) Bilhassa sûfîlerin ispatla uğraşmayı gereksiz görmelerinin temelinde Hz.Peygamber’e (sav) ittibanın aynı zamanda hakikate ulaştıran bir yöntem olduğu görüşü vardır.
İslâm düşünce geleneğinde ispattan kaçınma tavırlarının geliştiği dönemlerde iki büyük düşünce ekolü zaten bütün gücüyle varlığını sürdürüyordu. Birincisi, İslâm düşüncesinin bütün dönemlerde en güçlü ve niceliksel olarak en kalabalık grubu olan kelamcılardır. (…) Dahası, onların bu kanıtlamaları sadece İslam’ın ilk yüzyıllarıyla sınırlı kalmamış, çeşitli dönemlerde de yenilenerek varlığını sürdürmüştür. Benzer şekilde Fârâbî ve İbn Sînâ gibi İslam filozofları da kendi felsefî düşünceleriyle uyumlu şekilde Allah’ın varlığı ve peygamberliğin imkân ve zorunluluğuna ilişkin kanıtlamalar yapmıştır. Özellikle Fahreddîn Razi’den itibaren kelam ve felsefe geleneklerinin yakınlaşması, söz konusu kanıtların da etkileşime girmesine sebep olmuş ve on üçüncü yüzyıldan itibaren pek çok yeni kanıt ve ispat yolu ortaya çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla İslam düşüncesinin hakim gelenekleri, Hz.Peygamber’e (sav) salt imanla hakikate ulaşma iddiasının zeminini oluşturmuş ve muhtemel inanç kaybının önünü tıkamıştır.
Halbuki günümüzde Allah’ın ve Peygamberlik müessesesinin varlığını ispattan kaçınma, imanın gücünden değil, bilgiye güvensizlik ten kaynaklanmaktadır. Batı düşüncesinin müeyyide uygulayan hakim tavrı, İslâm dünyasında iradesiz ve tercihten yoksun bir düşünme eylemine yol açmakta, bu da zihinsel çöküntüye derinleştirmektedir. (…) Bunun daha ileri sonucu ise İslam’ın insana dair iddialarından arındırılması ve antropolojik bir vakaya dönüştürülmesidir. (…) Her şeyden önce Hz. Peygamber (sav) bizim için sadece tarihsel bir şahsiyet değildir. Allah’ın bütün dönemlerde insanlığa kendisini bildirme müdahalesinin en yetkin temsilcisidir. Böyle olduğu ölçüde de maddî ve manevi hayatımızın kurucu ve düzenleyici ilkelerinin temelini oluşturur. İbnü’l-Arabî her peygambere verilen hikmetin o peygamberin ümmetinin hakikate ilişkin idrâkinin sınırlarını belirleyeceğini ve Hz. Muhammed’e (sav) de hikmetin bir bütün olarak verildiğini söyler. Metafizik bilginin tarih içindeki serüvenine ilişkin bilgilerimiz, onun bu sözlerini doğrulamaktadır. İslam’ın en ayrıştırıcı yönü, tevhidi sadece Allah’ın varlığı ve birliği olarak takdim etmemesi, aynı zamanda Allah’a ilişkin bilgiyi her türlü bilme ve eyleme çabasının esasına /temeline yerleştirmesidir. Bu sebeple iman, aynı zamanda Allah’a, meleklere, peygamberlere, ahiret gününe ve Allah’ın âleme müdahalesine ilişkin marifet demektir. Bu marifet, şayet bir gelenekten, aileden veya otoriteden tevarüs ediliyorsa taklîdî bir bilgi iken, delillendirilmiş ve aksi alınamaz bir seviyede idrak edilmişse tahkîkî bi bilgidir. (…)” (Alıntılar s.161-165 arasından)
No Comments