İlâhî Kemâl Hakkında

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin (H.767-826 veya 832) İnsân-ı Kâmil (el-İnsânü’l-Kâmil fi ma’rifeti’l-evahir ve’l-evâil ) isimli eserinin Yirmibeşinci Bâbı Kemâl-i İlâhî (İlâhî Kemâl) Hakkındadır başlıklı bölümünden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Ma’lûmun olsun ki, Allah’ın kemâli mâhiyetinden ibarettir. Allah’ın mâhiyeti ise idrâki ve gâyeti (sonu/ucu) kâbil olmayan mâhiyettir. Allah’ın kemâlinin ne ucu ne sonu vardır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kendi mahiyetini bilir ve mahiyetinin idrâk olunamayacağını da idrâk eder. Ve ilâhî mâhiyetin ne Hak için ne de başkası için nihâyeti yoktur. Demek istiyorum ki, Cenâb-ı Hak zâtî mâhiyetinin kendi nefsindeki hakikatiyle, ne kendisi için, ne başkası için idrâk olunamayacağını idrâkten sonra, kendi mahiyetini bilir. ‘Mahiyetini bilir dediğimiz’, Hakk’ın ilmî ihâtasındaki (kuşatıcılığındaki) kemâlden ve cehil yokluğundan dolayı müstehak olduğu mertebe icabına göredir. ‘Mâhiyetin ne kendisi için, ne başkası için idrâk olunamayacağını idrâk eder’ dediğimiz, kibriyâsı ve sonunun yokluğu açısından istihkâkının (hakkının olmasının) icabına göredir. Çünkü bir şey mütenahi olmadıkça idrâk olunamaz. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın nihâyeti yoktur. Nihayeti olmayan bir şeyi ise idrâk muhâldir (imkânsızdır).

Şu halde Cenâb-ı Hakk’ın mâhiyetini idrâk hükmîdir (itibarîdir). İlmî şumûlü (içine alması) ve nefsine cehil yokluğu husûsundaki istihkâkına (hakkı olmasına) ma’tûftur (dayandırılmıştır). (…) Bu mesele hayret makamı meselesidir. Olmaya ki, bu meselede ayakların kaysın. Yine bu ma’nâdan olarak yazdığım uzun bir kasideden şu üç beyti söyledim.

‘ Ey sıfâtının kâffesini câmî olan Allah’ım! Bana haber ver.. . Mücmel (öz) veya mufassal (ayrıntılı) olarak zâtının kâffesini (tümünü) ihâta ettin mi? Yoksa zâtın künhü ile ihâta olunmaktan âlî olduğu için, zâtının ihâta olunamayacağını mı ihâta ettin? (…)’

Önemli bir konuda şuurlu olma veya gaflet hâli hakkında…

 

Bu yazının başlığı dâhilinde bazı sorular:

ABD önümüzdeki seçimde siyasî iktidarın değişmesini mi, devamını mı ister ? Belirgin işaretler/alâmetler olduğu halde soruyorum bu soruyu.

Pensilvanya diye telaffuz ettiğimiz yer size neyi çağrıştırır?

Kasım Gülek o ülkede öldüğünde onun cenaze namazını(!) kim kıldırdı?

15 Temmuz nasıl bir darbe girişimiydi? Arkasında hangi güç odakları vardı? Girişim başarılı olsaydı şimdi ne durumda olacaktık?

Risale-i Nur cemaati denilince artık F harfi ile başlayan bir ismin arkasındakiler de akla geliyor mu?

Bu konu dâhilinde de olsa şuurlu ve gafletten uzak olmak kolay bir şey mi?

Vaktiyle sizin bir arkadaş/dost sandığınız birisi Yurt dışına çıkarken size şöyle bir mesaj gönderdiyse, ‘yanlış anlamayın, beni ve eşimi tanıyorsunuz, ama çıkmak gerekiyor’ dediyse, ne düşünürdünüz? Varacağı yer hakkında da tahminde bulunur muydunuz?

Kendinizi bu konu ve sorular çerçevesinde de olsa hâlâ gaflette mi görürsünüz, şuurlu ve uyanmış hâlde mi?

“Ölümden sonraki hayata ne miktarda yakınız?”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst başlığı altında MUVAZENE Mİ, MUKAYESE Mİ ? başlığıyla çıkan 21 Ramazan 1444 (12 Nisan 2023) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/ IsmetOzel?Id=169&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının birinci paragrafının son cümlesi olup alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor) bu yazıyı oluşturacak.

“Dünya hayatı denince anlaşılacak şey nedir? Dünya diye Âdem ile Havva’nın Cennet’ten çıkarıldıktan sonra gönderildikleri aşağılardaki o yere mi diyoruz; yoksa canlı veya cansız her şeye göre hususiyetleri saymakla bitirilemeyen ve modernlerin her parçasını ilginç kılmış o yere mi? Hesaba katılır bir insan hayatına talip istek ilk yapacağımız tercih budur. Bize elimizden alınamayacak bir ölçü getiren bu tercihtir. (…) (o yazıda bu paragrafın son cümlesi alıntı olarak bu yazının başlığı)

Eğer ölümden sonraki hayatın uzağında isek ilgimiz algılarımızın bize öğrettiği dünyanın hususiyetlerine odaklanacaktır. Kendimizi zamanın ve mekânın bizi icbar ettiği şeylere teslim edeceğiz. Birisi bize şu veya bu sebeple İslâm’dan söz ederse o zatı on dört asır öncesinde yaşıyor farz edeceğiz. (…) Nihayetinde onlar dünyanın ahiretin tarlası olduğunu Kur’ân’dan öğrenmiş kişilerdir. (…)

“Erken Dönem Nakşibendî Geleneğinde İbn Arabî’nin Yansımaları”

 

Hamid Algar‘ın Nakşibendîlik isimli kitabından (İngilizce’den çevirenler: Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Özbek; insan yayınları, birinci Baskı: 2007, genişletilmiş 3.Baskı: 2012) yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Maverâünnehir ve Horasan’ın ilk Nakşibendîleri -böyle nazarî (teorik) meselelerle uğraştıkları zaman- vahdet-i vücûd’a itiraz etmemişlerdir. Hem Hâce Muhammed Parsa hem de Abdurrahman Câmî, İbn Arabî’nin eserinin şerhlerini kaleme almışlar; Ahrâr da herhangi bir husûmet emâresi göstermeksizin varlığın birliği doktrinine birkaç atıfta bulunmuştur. Hattâ Müceddid’in Hindistan’daki manevî çocukları, mürşidlerinin kavramına şiddetle sarılmamışlardır. Mirza Mazhar Cancanân (v.1195-1781) açık bir şekilde vahdet-i vücûd’u desteklemiş ve büyük çağdaşı Şah Veliyullah (v.1176-1763), makul bir şekilde varlığın birliği ile şuhûdun (şâhitlerin) birliği arasındaki farkın aslında terminolojik olduğunu ifade etmiştir. Aynı görüş, Şah Veliyullah’ın oğlu Şah Refîeddîn Dihlevî’nin el-Feyz bi’l Hakk bi Damga el-Bâtıl isimli eserinde bütünüyle ele alınmıştır. (…)” (s.36-37)

“Şeriat üç kısımdan terkip olmuştur: ilim, amel ve ihlâs. Bu üçü mevcut olup gerçekleştirilmedikçe şeriatın ifa edildiği söylenemez. (…) Tarîkat şeriatın hizmetkârıdır ve onun üçüncü unsuru olan ihlâsın kemâle erdirilmesi vazifesini görür. (…)” (s.38)

İbrâhîmî Kelime’de içkin aşk ifrâtı’yla ilgili Hikmet’in beyânında olan Fas’tan

 

Müellifi Muhyiddin İbnu’l Arabî, mütercimi ve şerh edeni Ahmed Avni Konuk, Yayına hazırlayanları Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve Dr. Selçuk Eraydın olan eserin II. cildinin (İFAV, 7. Basım, Nisan 2017) V. Bölümünden (İbrâhîm Fassı) yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Cenâb-ı İbrâhîm (a.s.)da Hak muhabbeti gâlip olduğundan, Allah uğrunda babasından ve kavminden yüz çevirdi; ve Hak yolunda oğlunu kurban etmeğe girişti; ve çoğu malını terk etti. Ve muhabbet şiddetinden Hakk’ı, nurlu oluşun zuhûru hasebiyle yıldızların mazharlarında (zuhur yerlerinde) talep edip: ‘Eğer Rabbim bana hidâyet etmez ve doğru yolu göstermezse, şaşırmışlardan ve Hakk’ın cemâlinde hayrete düşenlerden olurum” (En ‘âm 6/77) dedi. Bu hâllerin cümlesi aşk ifrâtının galebesindendir. Ve âkıbet aşk ifrâtı kemâli hasebiyle kendi nefsinden fânî ve Hak’la bâkî oldu.