Ekrem Demirli’nin çevirisi olarak yayınlanmış Fütûhat-ı Mekkiyye’nin 11. Cildinden alıntılar

 

Muhyiddin İbn Arabî‘nin bu ünlü eseri 18 cilt olarak Prof.Dr. Ekrem Demirli çevirisi ile Litera Yayıncılık’tan (Baskı: Yaylacık Matbaacılık) çıkalı (son cildin yayın tarihi itibariyle) 10 yıl olmuş. Bu yazıyı 2009’da yayınlanmış olan 11. ciltten yapacağım alıntılamalar oluşturacak.

“Büyük sûfî düşünür İbn Arabî’nin şaheseri Fütûhât-ı Mekkiyye, kutsal topraklardan tüm insanlığa açılan bilgi ve hikmet fetihleri, ilk defa tam olarak başka bir dile çevrilerek yayınlanıyor! (…)” (Yayıncının Önsözü’nden ilk cümle, s. 9)

“Allah Teâlâ peygamberinden aktarırken şöyle der: ‘Tartıştıklarında benim Mele-i a’la hakkında bir bilgim yoktur. (Sâd, 38/69) Hz. Peygamber, Mele-i a’la’nın kefaretler, namazı cemaatle kılmak, abdest suyunu parmak aralarına girdirmek, mescitleri takip etmek ve namazın ardından mescitte oturmayı alışkanlık edinmek hakkında tartıştıklarını söylemiştir. Bunun anlamı, hangi ibadetin daha üstün olduğudur. (…)” (s. 14)

“Allah Teâlâ bu amellerin içinden kendisine göre en faziletli olanı ve en fazla sevdiğini onlara bildirmiş olsaydı, hiç kuşkusuz ki, tartışmazlardı. Cennet dereceleri ile söz konusu ameller arasındaki irtibatı keşfetmiş olsalardı, yine hiç kuşkusuz, onlardan hangisinin en faziletli olduğu hükmünü verirlerdi. Öyleyse bu bilgiyi onlardan saklayan Allah’tır. (…)” (s.15)

İsmail Kara’nın “Dağ Ne Kadar Yüce Olsa Portreler 2” kitabından (Dergâh Yayınları 1.Baskı Kasım 2020) özellikle merhum Selçuk Eraydın hakkında bazı intibaları ve verdiği bilgiler

 

” (…) Emin ve diri adımlarla yürüyor; geldiği yahut yere bastığı fark ediliyor. Yaşına göre genç ve dinç. Bu hususiyetleri sebebiyle hiçbirimiz ona diğer hocalarımız arasında İmam Hatip Okullarının ilk mezunlarından biri olarak bakamadık zannediyorum. Mütevazi mi yoksa vakur mu? Belki ikisinin arasında bir yerde… Kendisine mahsus mesafeleri var fakat çekingen talebelerin bile ona yanaşmasına mani olmayan türden bir mesafe bu. Görme, anlama ve tasnif etme kapasitesi yüksek olmakla beraber bu tarafı kendini hemen ele vermiyor. (…). Hoca masasına çıkıp oturduğunda o derste neleri anlatacağına dair yüzünde net işaretler yok gibi. Ders takrirlerinde kesinlikle meydan okumuyor, talebeye tahakküm etmiyor, acelesi de yok. Fakat konuşmaya ve anlatmaya her zaman hazır ve arzulu. Talebenin o yıllarda bitmek tükenmek bilmeyen sorularını ciddiye almaya ve cevaplamaya da…

İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Tasavvuf Tarihi derslerimize gelen rahmetli Selçuk Eraydın hoca ile alâkalı ilk intibalarımı böyle aktarabilirim. (…)

“İnsana insan adının verilmesinde içerilen en özel ve aslî vasıf, onun kendisi ve başka nesnelerin var olduğuna ilişkin idrak ve farkındalığıdır.”

 

Bu yazının başlığını oluşturan cümle Ömer Türker‘in “Pratik Felsefenin Yeniden İnşası Ahlâkîliğin Doğası” başlıklı kitabından (Ketebe Yayınları 1.Baskı 2021) bir alıntıdır (s. 27). Bu cümleyi ifadeye nasıl gelindiğine dair birkaç alıntı: “Varlığın saflığına doğru ilerledikçe benlik de saflaşır ve yalın bir birlik idrakine dönüşür. Bu demektir ki insanın varlığın muhtelif tahakkuklarını kavraması, aynı zamanda birliği kavraması demektir. (…) Yani Sadreddin Konevî‘nin dediği gibi insanın birliği (vahdâniyet) ve tekliği (ehadiyyet), varlık anlamının birlik ve tekliğini kavramayı hem mümkün kılar hem de süreç içinde insanın kavradığı şeyle özdeşleşerek kavradığı şeyi olduğu şeye dönüştürür. Nitekim Sadreddin Konevî insanın varlık hakkındaki tümel bilgisini yine insanda var olan mutlaklık yönüne dayandırır ve varlık olmak bakımından varlığın mutlaklığı ile insanî öznede gerçekleşen özel varlığın mutlaklığı arasındaki münasebete ‘özel yön’ (el-vechu’l- hâs) adını verir. Konevî’nin metafizik bilginin temeli olarak vazettiği bu özel yön, ancak idrak eden bir öznede bilgi ve davranışa kaynaklık edebileceğinden, ahlâkîlik vasfının insanın hem benlik ve mutlaklık idrakine dayandığını hem de bu idrakle birlikte evrildiğini gösterir.

(…) Kuşkusuz benliğin bireyi aşan toplumsal bir yönü vardır ve bu yön dikkate alınmadan ahlâkîlik vasfı hakkında söylenenler önemli ölçüde yüzeysellik ve sahtelikte ısrar etmek olur. Fakat bu kitabın üçüncü bölümünde geleceği üzere ahlâkî eylemler söz konusu olduğunda benliğin toplumsallığı, bireyin idraki ve tercihleri tarafından dolayımlanır.

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II’nin Hûd Fassı’ndan alıntılar

 

Müellifi Muhyiddin İbnu’l-Arabî, 1929 öncesi Türkçesiyle mütercimi ve şârihi Ahmed Avni Konuk olan eseri dört cilt olarak günümüz Türkçesiyle yayına hazırlayanlar Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın olup bu dört cildin yayınlanması Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları’nca (İFAV) gerçekleşmiştir.

İsmet Özel’in “Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir” kitabından (TİYO Aralık 2019 l.Baskı) alıntılar (2)

 

“Ne ölçüde tuhafınıza giderse gitsin (eğer gidiyorsa) hakikat şudur: Âdem soyundan gelen bir insan olmak münfail olmadan fail olunamayacağını bilmeğe çıkar. Sizin anlayacağınız, ibadet yaratılmış olmanın yükünü üzerine almaktan duyulan memnuniyetin izharıdır. ” (s. 17)

“Hepimizin yükselişi, yani beşerî vasıflarımızı insanlık katına çıkarışımız bize verilene ne kadar liyakat gösterdiğimize mebnîdir.” (s. 17)

“Aşağıdaki sözler II. Yeni’nin üç büyük şairinden birinin, Cemal Süreya’nın (diğer ikisi Turgut Uyar ve Edip Cansever) sözleridir: ‘Hedefim bir gazetede sütun sahibi olmaktı. Ben şiir yazmağa bu sebeple başladım. Çünkü benim yetişme çağlarımda edebiyat alanında kendini ispat etmemiş kişiye gazetede yer vermiyorlardı.” (s. 18)

“Şiire okunduğu derecede şiir deme yükümlülüğü altındayız. Şiire şairin yazdığı şey olduğu ölçüde şiir dememiz vaciptir.” (s. 19)

“Beni takatsiz bırakan bizzat kendi kavrayış gücümdür.” (s. 43)

“Bizi dünyanın ilk hür halkıyla dünyanın varlık gücünü şiirden alan ilk milleti arasında olan biten âgâh kılsın. Âmin.” (s. 44)

“Hayatımın meşguliyeti diye bildiğim şiir yazmaya kendimi keşf için başladım. Niçin keşfedecektim kendimi? Keşfe değer olup olmadığım, uyduruk bir nesne olup olmadığım kafamı kurcalıyordu. (…) Şiir yazma disiplinini benimsemekle kafamdaki bütün suallerin cevabına varma yoluna koyuldum. Sefer değildi çıktığım, gezinti değildi. Olsa olsa bir seyahat olabilirdi bu. Kendi seyahatim, keyfimce tertiplediğim bir seyahat. Ne cenk, ne seyran… Seyahat sırasındaki faaliyetimi cazip bulanlar oldu. İyi ki oldu. Olmasaydı ne ben bu satırlara emek verecektim, ne de siz bu yazdıklarımı okuyor olacaktınız. Madem buraya kadar geldik; siz ve ben artık nereye kadar gideceğinden haberdar olduğumuz bir münasebeti kabullenelim.” (s. 51)