“Yaratma, şeyi mutlak yokluktan varlığa çıkarma değildir, sabit olan yokluktan varlığa çıkarmadır.”

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in “Halk Teorisi (Yoktan Yaratma) yazısından (Metafizik 1. Cilt, Ketebe Yayınları, s. 375-382 arasından) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Halk teorisinin temel sorunlarından biri, ilahî iradenin bir şeyi yaratırken neye yöneldiğini izah etmektir. Çünkü irade mutlak yokluğa yönelmesi düşünülemeyecek bir sıfattır. Genel olarak kelamcılar, iradenin yönünün belirginleşmesi için ilahî bilgideki belirginliğin yeterli olduğunu düşünmüşlerdir. Fakat Basra Mu’tezilesi imamlarından Şahhâm, daha köklü bir çözüm önermiştir: Yaratılan her bir nesnenin yoklukta bir şeyliğinin olması. Yokun şeyliği olarak bilinen bu teori, İslâm düşünce geleneğinin bütün dönemlerinde ileri sürülmüş en dikkat çekici görüşlerden biridir. Zira nesneler yaratılmadan önce onların zatlarının ve bir kısım sıfatlarının yoklukta sabit olduğunu ve yaratma (halk) dediğimiz şeyin bu zatları mevcut hale getirmekten ibaret olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla bu teoriye göre yaratma, şeyi mutlak yokluktan varlığa çıkarma değildir; sabit olan yokluktan varlığa çıkarmadır. Bir şey sabit olduğunda onun hem zatı hem de zatı gereği sahip olduğu sıfatlar sabit olacağına göre hudus gibi fâilin tesiriyle meydana gelen durumlar ile şey var olduktan sonra meydana gelen sıfatlar haricindeki bütün sıfatlar yoklukta bir sübûta sahip olacaktır. Tanrı’nın iradesi işte bu zâta yönelir ama onu o şey yapmaz; sadece varlık sıfatıyla niteler. Bu yönüyle, İbn Sînâcı mahiyet teorisinin İbnü’l-Arabîci a’yân-ı sâbite teorisiyle akrabalığı kurulabilir ve tarihsel olarak onlara kaynaklık ettiği düşünülebilir. Fakat her iki görüşten de daha köktenci bir iddia olarak değerlendirilebilir. Şahhâm’dan sonra başta talebesi Ebû Ali el-Cübbâî (ö.303/916) olmak üzere Basra Mu’tezilesi bu görüşü sürdürmüştür. Daha sonraMu’tezîlî öğreti Şîa tarafından tevarüs edildiğinde bir kısım Mu’tezîlî Şiîler’in de bu görüşü benimsediği görülür. Fakat Ehl-i sünnet kelamcıları bu görüşe meyletmemiştir. Bununla birlikte bu teoriye benzer birtakım imkânları barındıran İbn Sînâcı mahiyet teorisi, müteahhirîn dönemi kelamcıları tarafından benimsenince Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi bazı kelamcılar yaratmanın bir şeyi o şey yapmadığını, onu var kıldığını iddia ederek yok’un şeyliği teorisinin sağduyuya aykırı kabul edilen hatta iki çelişiğin bir araya getirilmesi gibi aklen imkânsız olduğu iddia edilen yönlerinden uzak görülmüştür. Diğer yandan Fahreddin er-Râzî’nin başlattığı mahiyetin mec’ul olup olmadığı tartışması, Mu’tezile’nin yokun şeyliği teorisiyle başlattığı tartışmanın İbn Sînâ felsefesi bağlamında bir devamı sayılabilir. Çünkü her iki tartışma da şeyin kendinde yaratılmış olup olmadığını ve nesneye varlık verilmesinin ne anlama geldiğini tartışmaktadır. Dolayısıyla bu tartışmalar, III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında yoktan yaratma teorisi ekseninde yapılan tartışmaların birer uzantısı olarak görünmektedir.

Fîhi Mâ Fîh’den alıntılar

 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî‘nin bu eseri merhûm Ahmed Avni Konuk tarafından tercüme edilmiş ve yine merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından yayına hazırlanmıştır. İZ Yayıncılık’tan 8. Baskısı 2009’da çıkmıştır. Bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Ham ervâh (ruhlar) olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın (zâtlar) hâlinden anlamazlar.”

“Ma’lûm olduğu üzere ehlullah cevâmiu’l-kelîmdir.” (cevâmiu’l-kelîm: birçok manâyı toplayıcı olan)

“Bu latîf kitaptan havâs ve avâmın nasibi vardır.” (havâs: seçkinler; avam: halkın alt tabakası)

“O’nun vechinden başka herşey helâk olucudur.” (Kasas, 28/88)

“Biz emâneti semâvât ve arza ve dağlara arz ettik. Onlar o emâneti yerine getiremeyecekleri havfıyla (korkusuyla) onu yüklenmekten ibâ edip (çekinip), ref’ini (kaldırılmasını) ricâ ettiler. Onu insan yüklenmekle zalûm (çok zâlim) ve cehûl (çok câhil) oldu.”

Halk Teorisi (Yoktan Yaratma)

 

Ömer Türker tarafından hazırlanan, Ketebe Yayınları’ndan çıkan, Metafizik 1. Ciltte yer alan Halk Teorisi (Yoktan Yaratma) (s.360-383) bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Öz (abstract) anlamında: Bütün âlemin Tanrı tarafından yaratıldığını dile getiren teoridir. Âlemin nasıl meydana geldiği sorusuna cevap olarak geliştirilmiştir. Dolayısıyla Tanrı- âlem ilişkisi sorununu çözmeyi amaçlar. Aynı zamanda yaratılışla ilgili âyet ve hadislerin de tefsiri işlevi görür. İslâm Düşünce geleneğinin bütün dönemlerinde en yaygın kabul edilen teoridir.

Giriş Halk kelimesi genel olarak bir şeyi yaratmak anlamına gelir. Fakat İslâm düşünürleri, yaratma olayının nasıl gerçekleştiği sorusunun cevabında kelimeye farklı anlamlar vermiştir. Bu cevaplar, düşünürlerin benimsediği metafizik ilkelere bağlı olarak değişiklik arzetmektedir. Başta Mu’tezile, Eş’arîlik, Mâtürîdîlik olmak üzere bütün kelam ekolleri, âlemin Tanrı tarafından saf yokluktan çıkarıldığını ileri sürmüştür. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye (ö.638/1240) kadar sûfilerin de bu yaratmayı saf yokluktan çıkarma olarak anladığı söylenebilir. Dolayısıyla İslam’ın birinci klasik çağında bütün dinî düşünce ekolleri, yoktan yaratma anlamında bir halk (yaratma) teorisi geliştirmiştir. Bu teori, iki ilkeye dayanır. Birincisi, şeyler arasında zorunlu bir nedensel ilişki bulunmadığı ilkesidir. Bu ilkeye dayalı olarak kelamcılar, âlemde determinizm (belirlenimcilik) bulunduğunu reddetmiş ve bütün şeylerin doğrudan Allah’a dayandığını iddia etmişlerdir. Mu’tezile’nin tevlid (yaratma) teorisi ve kulun iradî fiillerinin kendisi tarafından yaratıldığı anlamında halk teorisi bu ilkenin genel kabule aykırı bir yorumu sayılabilir. İkinci ilke, Allah’ın kâdir-i muhtâr (dilediğini yapan) olduğudur. Bu ilke ise Tanrı’nın aklî imkânsızlar ve zorunlular dışında herhangi bir şeyle kayıtlanamayacağını ve saf bir kudret sahibi olduğunu yahut saf kudretin kendisi olduğunu söyler. Bu kudret, ilâhî iradeye bağlı olarak işlevselleşir. İrade ise ya bilhassa Eş’arî kelamcılarının iddia ettiği gibi mutlak olarak gerekçesiz tercihte bulunur, ya Mâtürîdî kelamcılarının dediği gibi hikmete bağlı olarak tercihte bulunur ya da Mu’tezile kelamcılarının dediği gibi adalet ilkesine bağlı olarak tercihte bulunur. Kelamcılar bu görüşü temellendirmek için esas itibariyle âdet kavramında özetlenen bir bilgi teorisi geliştirmişler, Yunan ve Hint atomculuğunu yoktan yaratmayı savunmayı mümkün kılacak şekilde yeniden inşa etmişler, ihtisas kavramında özetlenen bir peygamberlik açıklaması yapmışlar ve özel olarak Ehl-i sünnet kelamcıları kesb kavramında özetlenen bir eylem teorisi geliştirmişlerdir. Teori bu haliyle İslâm düşünce geleneğinde en yaygın şekilde kabul edilen yaratma görüşünü ifade eder. II. (VIII.) asırda Mu’tezile kelamcıları tarafından sistemleştirilmişse de III. (IX.) asırdan itibaren Ehl-i sünnet kelamının sistemleşmesiyle Eş’ârî ve Mâtürîdî kelamcıları da bu teoriyi kendi kelâmî anlayışları doğrultusunda yeniden inşa etmişlerdir. Teorinin en önemli özelliği, İslâm geleneğindeki en köklü yaratılış açıklaması olması ve Kur’an’da geçen yaratmayla ilgili bütün kelimelerin XX. yüzyıla kadar kelamcılar tarafından bu doğrultuda açıklanmasıdır. Teoriyi istisnasız bütün kelamcılar, İbnü’l-Arabî öncesindeki sûfiler ve kısmen bir kısım filozoflar savunmuştur. Teoriye yönelik en köklü eleştiriler ise felsefe eserleri Arapça’ya tercüme edildikten bir müddet sonra sudur teorisini benimseyen filozoflar ve İbnü’l-Arabî ile birlikte sudur teorisini benimseyen bir kısım sûfiler tarafından yöneltilmiştir. (…) Halk teorisi, bir yandan İslâm naslarını anlama, İslam’ın ayrıcı hususiyetlerini ortaya koyma ve nasları dikkate alarak Tanrı ve âlem düşüncesini inşa etme çabasının diğer yandan da İslâm dışı fırkalar karşısında İslam’ın temel ilkelerini savunma çabasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Temel hedefi, âlemin varlığının dinî ve aynı derecede aklî açıklamasını yapmaktır. Kelamcılar ve sûfiler özellikle Gazzâlî (ö.505/1111) öncesi dönemde dinî naslardan İslâm ümmetinin icmâ ederek anladığı anlam ile aklî arastırmanın verileri arasında tam bir uyumluluk olduğu fikrinden hareket etmişlerdir. Bu sebeple halk teorisi, Tanrı-âlem ilişkisi sorununun dinî ve aklî çözümü olarak görülmüş ve İslam vahyinde ifade edilen ve müslümanların da aklen kavradığı varlık anlayışının ana bileşenlerinden biri haline gelmiştir.

“Necip Fazıl’ın Şiirlerinin Estetik Derinliği”

 

DERGÂH Edebiyat Sanat Kültür Dergisi Dergâh Yazıları Güldestesi (Hazırlayan: İbrahim Tenekeci, dergâh yayınları, 1.Baskı: Ocak 2007) kitabında çıkan M. Orhan Okay‘ın bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden başlık altındaki yazısından (s.85-99) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

‘Necip Fazıl’ı nasıl bilirsiniz?’ İslâm geleneğinde her cenazenin arkasından sorulan suale, hemen istisnasız iyi biliriz cevabını vermek âdet olmuştur. Bu bir af temennisidir, şahsî haklarımızın helâli demektir. Fakat büyük adam dediğimiz sanatkâr, âlim, veli ve devlet adamları için nasıl bilirsinizin cevabı daha derinlerde olmalıdır. Bu kişiler için artık şahsî sempatilerimiz veya antipatilerimiz değil, şuurumuz, hafızamız ve değer yargılarımız konuşmalıdır.

Ömer Türker’in ‘Evrim Risalesi’nin bir bölümünden alıntılar

 

ÖMER TÜRKER‘in Ketebe Yayınları / Ömer Türker Kitaplığı’ndan çıkmış (1.Baskı Eylül 2023) “Evrim Risalesi / İslâm Düşünce Geleneğinden Hareketle Bir Değerlendirme” konulu kitabının “Evrim Teorisinin Sorunları” başlıklı bölümünden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Genel olarak evrim teorisi hakkındaki tartışmaların bir kısmı, teorinin dışarıda bıraktığı hususlarla ilgili iken, bir kısmı da teorinin yaptığı açıklamalarla ilgilidir. Önce birinci kısmı ele alalım. Daha önce teoriyi özetlerken belirttiğimiz gibi teori oldukça vazıh bir şekilde klasik dünyanın iki temel kabulünü bilimsel açıklamanın dışında bırakır. İlk olarak teori, canlılığın gelişim süreçlerini metafizik bir fail kavramına başvurmadan açıklar. Hatta böylesi bir yaklaşımın, doğal süreçleri anlamaya hiçbir katkısının olmadığını düşünür. Buna göre metafizik bir müdahale gözlenebilir bir şey değildir. Gözleme konu olmayan bir şey ise bilimsel açıklamanın bir parçası olmaz. (…) Böylece teori, doğal süreçleri açıklamada her türlü ilahi müdahaleyi veya metafizik illeti bilimsel açıklamanın dışında bırakmaktadır. Fakat burada dışarıda bırakmak, en azından ilk bakışta, çürütmek veya aksini kanıtlamak anlamında değildir; ilgisiz kalmayı ilke haline getirmektir. Bu sayede doğal süreçlerin ardışık bir tasvirine ulaşmak ve sebep-sonuç ilişkisini bizzat bu süreçlerin dışına çıkmadan kurmak mümkün olmaktadır. Süreçlerin tasvirindeki belirsizlikler, bilimsel araştırmanın umut vadeden gelişimine havale edilmektedir. ”