Sadreddin Konevî’nin, kendisiyle Nasireddin Tûsî arasındaki yazışmalara(el-mürâselât) yer verdiği eserinden(tercüme: Ekrem Demirli, İz Yayıncılık 2.Baskı 2007) alıntılar
“(…) Mektup ve dua, safa membaı ve dostluk kaynağından ulaşmıştır. O büyük zât’ın katına duyulan arzu ve iştiyak ise her şeyden daha fazladır; fakat kader hükümleri bu arzunun gereğini yerine getirmeye engel olmaktadır. O zât’ın gaybında kendisine dua etmek vazifemizdir. (…)
Gaybı görenden şu husus gizli değildir ki, fazilet ehliyle dostluk ve onlarla sevgi bağlarını tesis edip kendileriyle bir araya gelmeyi arzulamak, iyi bir âdet ve davranış kabul edilmiştir. Özellikle de Hak, bazı kullarını seçilme meziyeti ve ikrâmiyla kendisine tahsis etmiştir. Hak, onları en güzel sıfatlarıyla süslemiştir; onlardan her birisi, gönüllerinin cezb edilmesinin ve sevgi duymalarının sebebidir. (…)
Faziletli büyük dostlarımızdan bazılarıyla yaptığımız sohbetlerde de bu meseleler gündeme gelmiştir. Bu mektup o zata gönderilmiştir ki, böylece gönlüne bu konuyla ilgili olarak doğmuş bilgilerden, ifade ve tahkik yolunda yardımcı olacak makamdan bu meselelerin doğruluğu ve yanlışlığını kesin delil ile açıklayıp gönderme lutfunda bulunurlar. Böyle bir nezâket, dünya ve âhirette iyilik ve sevap meydana getirecektir. (…)” (s. 9-10)
“Hamd Allah’a mahsûstur. O Allah ki, kullarından seçtiklerine seçilme meziyetini o ikrâm etmiş, en değerli nimetlerini ve ikrâmlarını o kullarına yaymıştır.
Allah, onları ilmî ve vahdanî özelliğindeki ilahî varlığın bâtınından, imkânî ve ademî (yoklukla ilgili) karanlıklardan, hâricî/aynî varlık alanına çıkarmıştır. Bu alan, ışık ve aydınlığın toplandığı yerdir.
Allah onlar ile devirleri ve evreleri kat etmiştir ki, bunlar istikrar ve emaneten bulunma mertebelerinin resimleridir.
(…)
Böylelikle onlar şunu öğrenmişlerdir: (İnsanlar arasındaki) her farklılık ve uzlaşmada ‘ma’bûd’ olan, saâdet ve şakilik mensupları arasında meydana gelen her türlü görüş birliği ve ayrılığı ile gerçekte maksat ‘O’dur.
Bunun neticesinde ise kuşku, hayret ve sıkıntı çukurlarından kurtulmuşlar, Hakk’a dair çelişkiye düştükleri konularda Hakk’ın izni ile, hatta O’nun vasıtasıyla doğruyu bulmuşlardır. Böylece onlar bütün hastalıklardan ve dertlerden şifa bulmuşlardır. ‘‘Onlar Allah’ın taraftarıdır, dikkat ediniz, Allah’ın taraftarı kurtuluşa erenlerdir.’(Mücâdele, 58/22)
Allah’ın rahmeti/salât, sözü edilen insanların imam ve önderleri Hz. Muhammed’in (s.a.v.) üzerine olsun. O yaradılış kilidinin anahtarını en iyi bilen, efendilik ve yücelik devresinin hâtemidir (mühürü / sonu).
Ayrıca salât O’nun âline, yakınlarına, kâmil ve mükemmil /kemâl’e erdiren kardeşlerine ve vârislerine olsun. Onlar şeref ve yücelik sahibi kimselerdir.
İnsanlar aklî özellikleri ve ilâhî haberlerin gereğine göre üç sınıfa ayrılmışlardır: Üst, orta ve alt tabaka.
Üst tabaka ulvî manâları, kalıcı kemalleri ve baki faziletleri elde etmeye yönelen yüksek himmetlerin sahibi olan kimselerden oluşmaktadır. (…) Hak, en değerli ilimlerin, en şerefli konusudur. Çünkü onlar, ilmin şerefinin bilinenin şerefine göre değiştiğini bilirler.
Ayrıca onlar şunu öğrenmişlerdir ki, Hakk’ı bilmek/marifet, basit ya da mürekkep, manevi veya sûrî olarak ihata edilen veya eden, var olan veya yok olan her şeyi bilmenin aslıdır. (…) ” (s. 12-14)
“Ayrıca, Hakk’ın kudretinin bilinen şeylere /malumat ilişmesi/taalluk, onlara varlık bahşetmesi / ifazatu’l-vücûd, onların da kendisinden çıkması/sudur açısından Hakk’ın fiilinin hakikatini bilmekte de durum böyledir.
Çünkü insaf sahibi-basîretli kimse düşünüp, aklı ve düşüncesi ile elde ettiği bu gibi şeylerin bilgisini tümevarım/ istikra’ olarak incelediğinde, bunun gönlünü tatmin etmediğini ve bu gibi şeylerin gerçeklerin bilgisini araştırma arzusunu teskin etmediğini görür. (…) Basiret sahibi herkes bilir ki, beşerî akıllar/fikirler bu ve benzeri hakikatleri bilmekten âcizdirler. Akıllar, özellikle, daha önce belirtilen Hakk’ın sıfatları ve bu sıfatların O’na nasıl izafe edildiği gibi meseleleri bilemezler. Çünkü Hak, ilim ve zâtı ile (her şeyi) ihata etmesi yönünden ‘asâlet’ sahibi olduğundan, kendisine nisbet edilen her bir kemâl sıfatın da küllî, ihâta edici ve hükmünün de kapsayıcı olması zorunludur.
Hakk’ın sıfatlarının gerçek mutlaklıkları açısından beşerî düşünce alanında taakkul edilebilmesi imkânsızdır; çünkü insan idrak ettiği bir şeyi, sadece nazarî/teorik mertebede sınırlanmış /kayıdlanmış ve belirlenmiş olduğu halde fikrî gücüne göre idrak edebilir.
Hiç kuşku yok ki, Hak zâtı, sıfatları ve isimleri açısından böyle değildir. Başka bir ifadeyle, O’nun kendi nefsindeki belirmesi veya sıfatlarının kendisine izafe olarak taayyün etmesi/belirmesi ve zâtından ayrı olarak taakkul edilmeleri, tasavvur sahiplerinin zihinlerinde ve onların düşünceleri ile bunları tasavvur edişleri gibi değildir. (…) İnsanlar herhangi bir şey hakkında ittifakla bir hükme varmamışlardır.
Sadece delilleri hissî olan matematik-geometri/riyazî-hendesî meselelerin pek çoğu bunun dışındadır. Fakat söz konusu bu ilmin mertebesi ve gayesi ölçü ve alan bilgisini geçemediği için, Kemâl’e ehil o insanların nefisleri bu ilmin sınırında durmaya razı olmamış sadece onu elde etmekle yetinmemişlerdir.” (s.15-17)
No Comments