“Sol kelimesi tekin bir kelime değildi.”
İsmet Özel‘in MÜ’MİNİN FİRÂSETİ başlıklı 15 Recep 1446 (15 Ocak 2025) tarihli yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan birisi o yazının başlarından sayılabilecek kısa bir cümle olarak bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.
“Eğer mü’minin firâseti bahsinde ihata edici bir kavrayış sâhibi olmasaydım, Müslüman olarak anılmak hiç hoşuma gitmezdi. İçinde ruhen çocukluğumdan itibaren bulunduğum vakıa bunun tam tersidir. Yani İslâm’a doğru attığım ilk adımdan itibaren iman gücünün her hangi bir güce galebe çalacağından emin yaşadım. Giderek gençliğimin ilk yıllarında sosyalizme ilgimi iman gücüne olan derin bağlılıkla izah edebileceğimi 80 yaşımda hâlen düşünüyorum. (…) Sağcılar bana her konuda (sağcılık konusunda bile) samimiyetsiz görünüyordu. Solcular hakkında ne düşündüğümü tam olarak hatırlamıyorum. (Bu yazının başlığını oluşturan cümlenin yeri burası.) Solcu denince ne anlaşılıyordu? Bu kimse içimizdeki bir casus, beşinci kola mensup birisi, açıkçası bir vatan haini miydi? Aziz Nesin Tanin’de yer alan bir fıkrasında “Ben solcuyum” deyince kafamda bu cümleyi telaffuz etmenin cesaret istediği düşüncesi belirdi.
Sözün kısası, sağcıların sırtlarını devlete dayamış olarak yaşamalarına mukabil solcuların devlete güvensizlik telkin eden kimseler olduğu kafamda sarahat kazandı.
Hâlâ böyle mi düşünüyorum? Hayır, hiç de değil. Sosyalist düşünceye yakınlık duyan insanların başlarına gelenler beni bazı gençlik düşüncelerimin çok uzağına taşıdı. (…) Mehmet Ali Aybar devletin kendini korumak kaydıyla ördüğü surlarda bir delik açmıştı. (…) Kuruluşu ile M. A. Aybar’ın Genel Başkanlığı arasında niçin bir yıl var? Çünkü kurucu sendikacılar kabul edilebilir bir genel başkan arıyorlardı. (…) Aybar’ın teklifi kabul etmesinin bir şartı vardı: Kimin parti üyesi olacağına üye olmak isteyenin dışında kimse müdahil olmayacaktı. İşte M. Ali. Aybar’ın devletin surlarında açtığı delik buydu.
(…) Gelişen olayların başında SSCB tanklarının Prag caddelerini doldurmaları gelir. (…) Prag Baharı’na SSCB’nin tepkisi “Türkiye’ye özgü Sosyalizm” şiarının şampiyonu tarafından menfi karşılanınca sol çevrelerde şiddetli bir Aybar aleyhtarı rüzgâr esti. Artık Aybarcılık utanılacak bir kusurdu. Hep yukarıdan bakan ve her şeyi biliyormuş gibi davrananların gözünde Aybar-Aren-Boran oportünizmi gitmiş, yerine hiçbir şey gelmemişti.
Türkiye Cumhuriyeti mide bulandıracak kertede bir pisliğin içinde çırpınıyordu. İnkılâplar 27 Mayıs 1960 darbesiyle ad değiştirmiş ve bunların her birinin “Atatürk devrimi” olduğu fikri ilericilik sayılmağa başlanmıştı. Devletin tekelciliği ilericilikle kenetlenince hakka ve hakikate imtiyaz tanıyanlar bir iletişimsizliğe mahkûm oldular. Onların iletişimsizliği Türk hayatında imana giden yolu açtı ve genişletti. Evet,Müslüman olmanız hasebiyle Allah’tan ümit kesmeyecek ve Allah’tan emin olmayacaktık. Bu ilke şahıs olarak benim siyasal İslâm tuzağına düşmemi engelledi. (…) Batı kültüründe “Erdemin kendisi kendi başına mükâfattır” mealinde bir hükme rast gelebiliyoruz. Mü’minin firâseti bu meyanda kavranabilir. Daha doğrusu mü’min mü’minin aynası olma vasfına ancak yöneldiği temizlik kadar ulaşabilir.
Ömrü boyunca İsa’yı hiç görmemiş Pavlus Yunanlıları kendi inancına çekmek için Tanrı’nın insanları mükemmel bir şekilde yarattığına inandığından ve hem Yahudi, hem de Müslüman erkeklerin maruz kaldıkları kırpılma işleminin zorunlu olmadığını savundu. (…) Müslümanların gayri müslimlerden farkı Yahudi ve Hıristiyanların yekdiğerinden farkının çok ötesindedir. Mü’minin firâseti “Müslümanın Müslümana canı da malı da haramdır ” ilkesine odaklanmasıyla bir cevher haline gelir. İtiraf edelim ki, günümüz Müslümanları bu cevherden mahrumdur.”
No Comments