“Üç Zor Mesele”den cümleler
İsmet Özel‘in TİYO Yayınları’ndan lI. Baskısı Eylül 2014’de çıkmış olan ve Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma meseleleri üzerine yazdığı “üç uzunca yazının yanına aynı konulara dokunan günlük fıkralarının eklenmesiyle oluşmuş bulunduğunu” belirttiği ve “kitabın kendi amacını teknoloji, medeniyet ve yabancılaşma konularında ülkemiz Müslümanlarının hataya düştüklerini işaret etmekle sınırlamış olduğunu” ifade ettiği İkinci Baskının Önsözü’nde “Bu haliyle Üç Mesele nin Türkiye’de Müslümanlığın anlaşılma biçimine yeni bir bakış, belki daha çok, yeni bir göz atış niteliği taşıdığına “vurgu yapıyordu (29.7.1984). Bir de aynı kitapta 1995’de ‘Beşinci Baskı için Önsöz’de de dedikleri var; oradan da bir alıntı: “Bir şairin şiiri merkeze almaksızın kaleme aldığı nesirlerden oluşan ilk kitabına on yedi yıl sonra yeni bir önsöz yazmasını hayra yormalı mı? Üç Mesele‘nin hâlâ okunuyor, aranıyor olması belki yazarı için bir hoşnutluk vesilesi sayılabilir. (…) Türkiye’de düşünce kendine koruyucu bir ortam sağlayıncaya kadar tefekkürün muhtaç olduğu geçmişe ve geleceğe dönük rabıtalar özlemimiz olmakta devam edecek anlaşılan. (…)” Bir de bunların hepsinden önce “Üç Kulhüvallahü Bir Elham Üç Zor Meselenin Dibacesi” başlıklı bir yazı var. Ondan da bir alıntı: “(…) İntibak teşebbüsü bu. Teşebbüsümün kendine seçtiği hedef geçerli ve yürürlükteki dünyaya nüfuz etmekti. Akim kaldığına artık çok seviniyorum. (…) Ben dünyayı ıskaladım, dünya da beni ıskaladı. (…) O yürürlükte hep kibirle kalan ve o hep zevahiri kurtaranların kurtarışıyla geçerli olan dünya bana bir türlü nüfuz edemedi. Bana teğet geçti dünya, kendini bana isabet ettiremedi. (s.11-12)
Sonunda ektiğimi biçtim ve yerimi buldum. Yerim okuduklarının İhlâs ve Fatiha sureleri olduğunu bilmeyen milletin olduğu yerdi. (…)” (s.12)
“(…) Siyasi çekişmelerin hızlı olduğu, lâf atmaların ve zıtlaşmaların seyirlik hale geldiği durumlarda günlük fıkra yazarının ne kim olduğu düşünülür ne de hangi işe yaradığı. Onların yaptığı; tuttuğu tarafın heyecanlarını körüklemek, karşı tarafla olan uzlaşmazlığını gerek öfke, gerek alay ve gerekse bilgiçlikle ortaya koymaktan ibarettir. (…) Görevi nedir diye mi soruyorsunuz? Şudur: Kendine “helâl olsun, çok iyi yazmış” dedirtmek. (s.33) (…) Türkiye’de günlük fıkra okuma alışkanlığı neyin karşılığıdır? (…) Yoksa bir yazara sığınma ihtiyacının mı? (…) Batı basınıında belli sütunların izlendiği bir gerçek. Ama bu hiçbir zaman günlük fıkra okuma alışkanlığı ile bir tutulamaz. (…) Oysa bu sudan haliyle günlük fıkra yazarı bir başka fukara ülkede yoksa yalnız Türkiye’de vardır. (s.34)
(…) ‘günlük fıkra’ gerek yazan gerek okuyan bakımından bir kaçınılmazlık durumuna girmişse yapılacak tek şey var: Günlük fıkraları günlük olmaktan çıkarmak. (…) Bu yapılabildiği takdirde hem okuyucu gündelik afyonunu almaktan kurtulur; çünkü yazılanlar uyuşturucu, kolay tatmin sağlayan, sırt sıvazlayıcıdır; hem de yazar kendini her gün sahneye çıkmak zorunda bulunan bir aktör gibi hissetmekten uzaklaşır. (s.34)
Günlük fıkraların (köşe yazılarının) bir sahtecilik, oynanan oyunun bir parçası olma tehlikesi her zaman vardır. Okuyucu ve yazarın birbirlerine karşılıklı saygısı günlük fıkraların bir sahtecilik olmasını önleyebilir ancak. (s.35)
Okur ve yazarın karşılıklı saygısı her birinin diğerini bağlantı kurmaya lâyık bir ‘nefs’ olarak görmesiyle mümkün olur. (…)” (s.35)
“Bu Yazıları Yazarken” başlığı altından birkaç alıntı:
“Günlük yazılarımı yazmak üzere yazı makinasının başına oturduğum zaman bir üzüntü kaplar beni. İki duygu dalgasının etkisi altındayımdır. Bunlardan biri görevimi hakkıyla yerine getirmek, kendime karşı dürüst kalmak ve ne bu hayatta ne de bundan sonrakinde hesabı verilebilecek bir yük altına girmekten duyduğum korku dalgası; öteki ise yazılarımın ulaştığı ‘yer’le ilgili kaygılarının yükselttiği dalgadır. (…) Yazılarımı yazmaya başlamadan önce nasıl üzüntü içindeysem onları bitirdikten sonra da üzüntüm azalmaz.
Günlük ilişkilerimden aldığım izlenimlere dayanarak benim dünya, hayat, ölüm karşısında takındığım tavrı paylaşan kimse olmadığını söyleyebilirim. (…) Bu tek başınalık sevimli değildir. (…) (s.36):
Görevim, ulaşabildiğim gerçekleri aktarmakla sınırlıdır. Ama bu sınırlı görev benim açımdan tehlikelerle dolu. (…) (s.36-37)
İslâm, dünya olayları karşısında edilgen kalmayı, iyilik ve kötülüğe karşı müdahaleci bir tutum takınmaktan geri durmayı kabul etmiyor. (…) İslâm açısından inançtan soyutlanmış eylemi tamamlanmış sayamıyoruz. (…) (s.67)
Hayal, insanın istekleri, özlemleri yönünde kafasında meydana getirdiği bir sun’î ortam, bir zan, bir kuruntudur. Rüya ise insanüstü bir kuvvetin tesiri altında görülen ve benim gerçek kabul ettiğim bir istikamet, bir atâdır. (…) (s.75)
Siyaset, her ferdin inancına ödediği bedeldir. Siyaset içinde insan, inancı ve davranışı arasında uyum sağlama şansına kavuşur. (…) (s.77)
“İnsan söz verebilen hayvandır” diyor Nietzsche.” (s.110)
Kur’an-ı Kerim insanı hiç de kendisinden bir ahlâk öğretisi çıkarabilecek güçte görmüyor: “Allah’ın üzerinizdeki lütf-u inayeti ve esirgemesi olmasaydı, birazınız müstesna olmak üzere, muhakkak ki şeytana uymuş gitmiştiniz.” (Nisâ, 4/83) (s.129)
“Sanat alçaltıldı, muhayyile inkâr edildi/Savaş yönetti milletleri” diyor William Blake. (s.134)
“Verdiğimiz bütün bu örneklerden anlaşılıyor ki, resmî ve otoriter kafa yapısı musikinin kalitesinden, inceliğinden, seviyesinden çok onun uyandırdığı etki ile alâka kuruyor.” (s.141)
No Comments